“Bugün sinemalara giden insanların ilkel insandan hiçbir farkı yoktur. Çünkü ilk insan da mağaranın derinliklerine gidip karanlıkta duvara resimler çizmekteydi”
Ernst Gombrich , Sanatın Öyküsü
Bu yazımda sanatın, belki de çoğunuzun hiç bilmediği karanlıkta kalmış tarafından, bu tarafta bulunan bir sanatçıdan ve bu sanatçının sanatını nasıl özgürleştirdiğinden söz etmek istiyorum.Ve bunlardan söz ederken, sanatçının çok ünlü iki eserini de yorumlamak istiyorum. Kaynak olarak “Sanatın Öyküsü” isimli kitaptan yararlanacağım.
16. yüzyılın yüzyılın başı, sanat konusunda en parlak dönemlerden biri olmuş. Bu dönem aynı zamanda Lenardo da Vinci, Michalengelo, Rafaello, Corregio gibi en iyi sanatçıların doğduğu bir dönem. İnsan tüm bu zamanın gelmiş geçmiş en büyük yeteneklerin nasıl aynı dönemde doğduğunu sormadan edemiyor. Ama bu sorunun cevabının kolay olmadığını da biliyorum. Belki yaşanan dönemin avantajlarının bu ani deha patlamasına sebep olduğunu söyleyebilirim.
16. yüzyılda Floransa’da sanatsal yapıtları kendileri için övünç kaynağı olarak gören kentler, binalarını güzelleştirecek ve ölümsüz eserler yaratacak en büyük en büyük sanatçıların hizmetini sağlamak amacıyla birbiriyle yarışıyordu. Böyle bir yarış , sanatçıların birbirlerini aşması için özendirici bir unsurdu. Ardından, İtalyan sanatçıların perspektif yasalarını incelemek için matematiğe ve insan vücudunun yapısını incelemek için anatomiye yönelmesiyle birlikte, büyük keşifler dönemi başladı. Bu keşifler yoluyla sanatçıların ufku genişledi. Sanatçı artık gelen siparişlere göre ayakkabı, dolap ya da resim yapmaya hazır bekleyen herhangi bir zanaatçı değildi.O başlı başına ustaydı ve doğanın gizemlerini araştırıp, dinsel törenlerin bilinen kurallarını hiçe sayan bir tarzda , sanatı özgürleştiren sanatçıydı.
Dönemin en usta sanatçılarından biri Leonardo da Vinci’dir. Bir Toskana kasabasında doğdu. Başyapıtlar üreten bir atölyede çırak olarak sanata ilk adımını attı. Leonardo herhangi bir yetenekli çocuk değildi. O, güçlü zekası ile sıradan insanlar için her zaman şaşkınlık yaratacak ve hayranlık konusu olacak bir dehaydı. Günümüze kadar gelmiş Leonardo’dan kalma binlerce sayfa yazı ve çizimleri okuyup gördükçe, insan tüm bu farklı alanlarda nasıl uzmanlaşabildiğine şaşakalıyor. Bunun nedeni belki de Leonardo’nun eğitim görmüş bir bilgin değil, Floransa’lı bir sanatçı oluşundan kaynaklıdır. Onun düşüncesine göre sanatçının işi, görünen dünyayı keşfetmekti. Bir sanatçı, daha kapsamlı, daha titiz ve daha yoğun olmalıydı. Leonardo, sırf kitaptan öğrenilmiş kuru bilgiye ilgi duymuyordu. Bir konuyu çözmek için defalarca deneyler yapıyordu.Doğada ilgisini çekmeyen hiçbir şey yoktu. Otuzdan fazla kadavra keserek insan bedenini sırlarını araştırdı. Dalgaların ve akıntıların kanunlarını inceledi. Gerçekleşeceğinden emin olduğu uçan bir makineyi tasarlamasına önayak olması için böceklerin ve kuşların uçuşlarını yıllarca gözlemledi. Ağaçların , bitkilerin büyümesi, kayaların biçimleri, bulutların şekilleri, tüm bunların hepsi sanatının temeli olacak sonu gelmez araştırmacılığın konularıydı.Oysa ki çevresi Leonardo’yu biraz tuhaf görüyordu.
Leonardo iyi bir müzisyen ve ünlü bir sanatçı olarak tanınıyordu ama onun buluşlarının çok da kimse farkında değildi. Çünkü yazılarını yayımlamıyordu. Belki de din dışı bulunur diye genelde yazılarını şifreli olarak yazıyordu. Nitekim eski yazılarından, buluşları arasında, daha sonra Galileo’nun başını belaya sokacak Kopernik kuramlarının çok önceden tarafından yazıldığının ispatını görüyoruz.
Leonardo, bir bilim adamı olarak kabul görme hevesinde değildi. Onun için, tüm doğa araştırmaları, her şeyden önce sanatı için gerekli gördüğü bilgilere ulaşma şekliydi. Amacı, o zamanlar çok da itibar görmeyen resmin de bir “Özgür Sanat” olduğunu göstermek, resimde kullanılan el emeğinin bir şiiri yazarken kullanılan emekten farklı olmadığını kabul ettirmekti. Bu yüzden, kendisine ait yapıtlarından çoğunun hep yarım bırakılmış olduğunu görüyoruz. Yapıta başlarken asla şart koşulmasını sevmiyor, süre konusunda kısıt konulunca o işi yarım bırakıyordu. Bu tatminsizlik duygusu ile sürekli yer değiştiren Leonardo, en son Fransa’da hayata gözlerini yumdu. Anlaşılmaktan çok hayran kalınan bir insan olarak….
Leonardo’nun olgunluk yıllarında tamamlayabildiği sayılı eserlerden biri olan “Son Akşam Yemeği” isimli tablo en canlı, en duygusal, en takdire şayan eserlerinden birisidir. Eserde resimlenen tüm detaylar, masa üstündeki tabaklar, kumaş kıvrımlarının gerçekliği, insanı hayrete düşürecek kadar çok başarılı. Daha önce de bu tema resmedilmişti ama Leonardo gibi bu kadar hareketli değildi. Aradaki bu hareketliliğin verdiği fark ise tamamen resimdeki kişilerin karşılıklı işaretleşmesinden. Resimde düzensiz olan hiçbir şey yok. Üzerlerindeki ifadelere kadar her şey yerli yerinde resmedilmiş. Leonardo’yu, bu eseri resmederken gören tanıklardan birinin anlatımına göre, Leonardo bazen bir fırça darbesi için bile resmin karşısına geçip tam gün sadece resme bakarak zamanını geçirebiliyormuş. Leonardo aslında bize, eşsiz eserlerinin dışında, sanatı özgürleştiren ve daha değerli kılan bu bakış açısının mirasını bıraktı.
Leonardo’nun hepimizin çok iyi bildiği ve tanıdığını sandığı bir diğer eserine gelirsek… Mona Lisa…
Pek çok sanatsever, Mona Lisa’nın büyük ününün aslında bir avantaj olmadığını ileri sürer. Bu nitekim de doğru bir tespittir. Mona Lisa’yı reklamlarda, afişlerde görmeye o kadar alıştık ki onun gerçek bir kadın olduğunu, yapan kişinin de gerçek bir kişi olduğunu çoğu zaman unutuyoruz. Peki onu tüm bildiklerimizi unutup yeniden yorumlamaya ne dersiniz?
İlk dikkat çekici nokta, resmin çok canlı olması olabilir. Eser, canlı bir varlıkmışçasına, gözlerimizin önünde değişir, yüz her görüşte farklı bir ifade takınır gibidir. Louvre müzesindeki orijinal tablo karşısında bu hissin çok daha yoğun olduğunu söyleyebilirim. Uzun uzun bakarken, bir an sizinle alay ettiğini hissedersiniz. Sonra bir an hüzünlü bir ifade geçişi olur ve birden size tatlı tatlı gülümsediğini hissedersiniz. Peki Leonardo bunu bunu nasıl başardı? Bu tamamen Leonardo’nun bilimle çok yakından ilgilenmesiyle alakalıydı. Bizim gözlerimizi nasıl kullandığımızı çok iyi biliyordu. Porte çizimi yapan herkes bilir ki, yüzdeki ifade iki ayrı yerde gizlidir. Ağız ve gözlerin çevrelerinde…Leonardo bunu çok iyi bilerek, bu köşeleri yumuşak bir gölgeyle örtmüş.Mona Lisa’nın bize hangi ruh haliyle baktığından yüz yüz emin olamamamızın sebebi de budur. Ama tabi bu etkiyi oluşturan tek şey, bu belirsiz gölge olamaz. Resime dikkatli bakıldığında, yüzün her iki tarafının eşit olmadığını görebiliriz. Bu çok cesurca bir harekettir. Yüz bir tarafı yüksek, diğer tarafı alçaktır.İlk zamanalar, resmin bir ruhu olduğunu düşünen insanlar için bu tablo aynı zamanda korkutucu bir eserdi. Fakat zamanla, bilimsel yönüyle bağdaştırıldığında Leonardo’nun aslında renklere yaşam katan büyüyü bildiği keşfedildi. Kendisi tarihin gelmiş geçmiş en büyük çok yönlü zekası idi ve bu yönünü eserlerine yansıtabilmeyi bildi.
Tarihten üç elma düştü, biri özgür sanat, biri Leonardo, diğeri bilim…
Sanatı bilimle, bilimi sanatı bütünleştiren, özgürleştiren dahilere saygı ve minnetle…
Sevgiler,
Feryal