Hiç, biriyle yakın ilişki kurmak isterken kendinizi ondan uzaklaştırmaya çalıştığınız da oluyor mu? Ya da ilişkinin en başında belki de tanışma evresinde çok daha yakın, rahat, doğal davranabiliyorken yakınlık arttıkça, aranızdaki bağ güçlendikçe birden bire kendi kabuğunuza çekilmek, o kişiye mesafe almak ihtiyacı hissediyor musunuz? En başlarda size tatlı, sevimli, güzel gelen partner adayı bir anda ilginizi çekmeyen, yeteri kadar ‘elektrik’ hissetmediğiniz birine dönüştüğü oldu mu?Güvensizlik romantik ilişkinizde sizin için hep bir problem mi?
Bu durumlar size tanıdık geliyorsa karşınızdaki kişiyle duygusal yakınlık kurmak, kendinizi açmak, ona güvenmek konusunda zorluk yaşıyor olabilirsiniz. Zarar göreceğim, üzüleceğim korkusuyla güven eksikliğine bağlı olarak kendinizi geri çekme, kapatma ya da partneri aşırı kontrol, kıskançlık, şüphelenme gibi toksik diyebileceğimiz davranışlara sebep olabilir. Beni üzecek mi ya da beni terk edecek mi gibi sorular tipik güvensizlik sorularıdır.
Güvensizlik Duygusunun Kökenleri ve Etkileri
Hepimiz ilk doğduğumuz andan itibaren güven duymaya ihtiyaç duyarız. Bizim için önemli ötekilerin(metnin geri kalanında genelde bu kişiler anne/baba olduğu için anne/baba diyeceğim; ancak bazen babaanne, teyze gibi kişiler de bebekliğimizde bakımımızda yardımcı olmuşlarsa onlarla kurduğumuz ilişki de önemlidir.) orada, ulaşılabilir olması bizim güven duygumuzun oluşmasını sağlar. Aynı zamanda ihtiyaçlarımı gören ve karşılayan şevkatli ebeveynlerimin varlığı ile kendimi değerli ve sevilir hissederim. Ancak bazılarımız için önemli ötekilerle kurulan ilişki pek de güven verici olmayabiliyor. Tutarsız ebeveyn davranışları ya da ihmalkar ebeveynler ile büyüyen kişiler kendilerini sevilir hissetmezler. Duyguları önemsenmeyen, yeteri kadar görülmeyen ailelerde büyüyen bir çocuk, yetişkinlik hayatında da birileri tarafından gerçekten sevilebileceğine inanmakta zorlanır. Bu durumda ya kendini ilişkilere kapatır ya da bir ilişki içerisinde ‘Kesin terk edileceğim.’ Kaygısıyla hareket edip partnerine yapışabilir.
Çocuklukta sevmek ve güvenmek karşılıksız kaldıysa erişkinlik döneminde de partnerle aynı şekilde devam edebilir. O zamanlar ailede görülmemek utanç ve değersizlik hissettirdiyse bunu doğrulayana doğru yol almak tanıdık gelir. Bir şekilde ona kendisini değersiz hissettiren partner çekici gelir; oysa güven veren, sevgi ve şevkatle yaklaşan bir partner adayı ise çekici gelmez. Çünkü birinden gerçekten o sevgiyi ve değeri hissetmek alışık olduğu bir durum değildir. Bu durumda ezberi bozmak ve kendi paternimizi görüp bize iyi gelebilecek kişiler ile yakınlaşmaya izin vermek gerekir.
Bazen de güvensizlik duygusu önceki ilişkilerimizde aldığımız yaralardan dolayı olabilmektedir. Önceki ilişkilerinizde aldatılmışsanız şu anki ilişkinizde partneriniz ne kadar cana yakın, dürüst, sakin, güvenilir mesajlar verirse versin yine de güvenmekte zorlanabilirsiniz. Önceki ilişkinizde almış olduğumuz yara, hissettiğimiz üzüntü, hayal kırıklığı o kadar ağır gelmiştir ki şimdi tekrardan birine kendimizi açmak, ona güvenmek ve onunla yakınlık kurmakta zorlanır; kendinizi geri çekerken görebilirsiniz. Bu da karşı tarafın sizi mesafeli ve soğuk algılamasına sebep olarak ilişkiden uzaklaşmasına neden olabilir. Gün sonunda bilinçsizce -kendinizi korumak adına- uzak durmalarınız, yakınlığa izin vermemeniz karşınızdaki kişi ile samimi, yakın, sıcak bir ilişkiyi deneyimleme şansınızı da ortadan kaldırıyor.
Güvensizlikle Başa Çıkmanın Yolları
Öncelikle bir güvensizlik duygumuz var ise bunu kendimiz fark etmeli ve kaynağını tespit etmeliyiz. Çocukluktan gelen kendi özgüvensizliğime bağlı mı gelişti, yaşadığım ilişkilerden dolayı mı şu an güvensizlik yaşıyorum ya da gerçekten partnerimin güvensizlik yaratan davranışları mı var? Tüm bunları sorgulamalı ve cevabını bulmalıyım.
Partnerimle açık bir iletişim halinde olmak, karşılıklı şeffaf olabilmek. Yaşadığımız duyguları partnerimle paylaşmak karşılıklı güveni artırıcı ve ilişki doyumu üzerinde olumlu bir etkisi olacaktır.Örneğin; “önceki ilişkimde aldatıldım ve şu an tekrardan bir yakınlık kurmakta zorlanıyorum, bu yüzden mesafeli ve ilgisiz görünebilirim zaman zaman.’ Ya da ‘güvenmekte zorlanıyorum;telefonumun saatlerce açılmamasına hızlıca bir anlam yüklüyor, bu vb. duyguyla baş etmekte zorlandığım için ilişkiden kendimi uzaklaşırken buluyorum.’ Diyebilmek bile ilişki doyumluluğunu artıracaktır.
Genelleme en büyük yanlıştır. Her kişi, her ilişki yeni bir deneyimdir. ‘Üzüleceğim’ endişesi ile kendimizi ilişkilere kapatmak mutlak bir yalnızlığı getirmekle birlikte hayatın canlılığını yaşamamaya neden olur.
İlişkilerde Güveni Güçlendiren Faktörler
Her ilişkide olduğu gibi romantik ilişkimizde de açık iletişim çok önemli. Partnerimle duygularıma yönelik konuşmak, karşılıklı beklentilerimizi dile getirmek ve doğru beklentiler oluşturabilmek ilişkide güven artırıcı davranışlardır. Rahatsız olduğumuz şeyleri birbirimize söyleyebilmek, karşılıklı saygı ve anlayış içerisinde kalabilmek, empatik bir şekilde birbirimizi dinleyip hem kendi ihtiyacımızı hem de partnerimizin ihtiyacını duyup “Nasıl yapalım?” kısmını birlikte konuşuyor olabilmek ilişkideki güvenin zamanla oturmasına yardımcı olacaktır.
Psikolojik Danışmanlık ve Güvensizlikle Başa Çıkma Üzerindeki Etkileri
Tek başınıza ilişkilerde yaşadığınız güvensizliği aşmakta zorlanıyorsanız bir uzmanla birlikte bu duygu ve düşüncenizin kaynağını irdeleyebilir ve bu durumu daha baş edilebilir bir hale getirebilirsiniz. İlişkilerimizde yaşanan güvensizlik durumu çoğunlukla iyi gidebilecek bir ilişkiyi bile bozabiliyor. Gerek araya mesefeler koyularak gerek partnerimize yapışıp karşımızdaki kişiye alan tanımayarak…Hangi davranış stili olursa olsun yakın, sağlıklı bir ilişki kurulamaz. İlişkilerdeki güvensizlik kişinin hem kendisi için hem de partneri için yorucu bir ilişkiye yol açar. Psikolojik danışmanlık ile kendi yaşadığımız güvensizliğin temelini sorgulayabilir, korku ve kaygılarınız üzerine konuşabileceğiniz güvenli bir ortamın varlığı ile sakinleşebilirsiniz. Bu da zamanla yakın ilişkilere daha güvenilir bir yerden bakmanıza imkan sağlar.
Onaylanma ihtiyacı başkaları tarafından hoşlanılıp onaylanmaya duyulan bir ihtiyaçtır. Hepimiz hayatımızda onaylanmak ve fark edilmek isteriz. Yapıp ettiklerimizin beğenilmesini, takdir edilmesini arzularız. Ancak kimilerimizde bu ihtiyaç o kadar yoğundur ki kişi kendi istek ve arzularını unutur hale gelip sadece diğerleri için bir şeyler yapmaya başlar. Bu kimilerimiz için anne-baba onayını almak, kimileri için de etrafındaki herkesin onayını almayı arzulamak gibi olabilir.
Onay almak o kişi için var olduğunun, yaşadığının, fark edildiğinin ve önemsendiğinin kanıtı niteliğindedir. Yani kişi kendi değerini insanların onaylarına, fikirlerine göre belirleyip buna tamamen uyumlanarak hareket eder. Onaylanmadığı durumlarda ise zihinde başarısızlık, beğenilmeme, değersizliklik gibi duygular oluşur. Ya da küsme, pasif-agresif davranışlar, öfke, saldırgan davranışlar da sergileyebilir.
Onaylanma İhtiyacı Neden Olur?
Duygusal İhmalin Onaylanma İhtiyacına Etkisi:
Hepimiz büyüdüğümüz evde anne babamız ve önemli diğer bakıcılarımız tarafından sevilmeyi, takdir edilmeyi, şefkat görmeyi, yapıp ettiklerimizin fark edilmesini bekleriz. Bizim için önemli diğerlerinden gelen övgüler, aferinler benlik saygımızı güçlendirir; özgüvenli olmamızı sağlar.
Ancak “Bu davranışı bir daha yaparsan seni sevmem, senle oynamam, seni bir daha parka götürmem…” gibi sevilmemek veya terk edilmekle tehdit etmek ya da istemediği bir davranış sonrası anne-babanın surat asması çocukta kaygıya sebep olabilir. Anne ve babasının sevgisini kaybetmekten korkan çocuk da onların istediği gibi davranmaya başlar. Özetle çocukluk döneminde baskıcı ve eleştirel bir aile ortamına maruz kalmak kişide onaylanma ihtiyacını daha yoğun hissetmesine sebep olabilir. Ve bu durumda en doğru strateji onların suyuna giderek bizi sevmelerini sağlamak olur.
Mükemmelliyetçi ve Doyumsuz İnsanların Onaylanma İhtiyacı
Olumsuza odaklı ve onay görme hususunda hassas olan mükemmelliyetçiler ile doyumsuz kişiler diğerlerinin kendileri hakkındaki fikirlerine çok duyarlıdır. Kendilerini ne yaparsa yapsın yeterli göremeyen mükemmelliyetçi kişilik özelliğine sahip insanlar için beğenilmek, takdir edilmek çok önemlidir. Ve etrafındaki insanlardan yapıp ettiklerinin onaylandığını bilmek isterler. Ebeveynleri tarafından sürekli ödülle büyütülen bir kişinin de doyumsuz kişilik özelliği göstermesi çok olasıdır. Bu kişiler de yine her yapıp ettiğinin tıpkı çocukluktaki gibi görülüp ödüllendirilmesine çok fazla ihtiyaç duyar.
İlişkilerde Onaylanma İhtiyacı
Onaylanmaya yönelik aşırı hassas olan kişiler arkadaşları veya partneri tarafından onay alamama halinde büyük bir kırılganlık yaşayıp çatışmaya girebilir. Sıklıkla karşı tarafın onları onayladığına yönelik telkinlerine ihtiyaç duyar.
Bazen de onaylanmama, beğenilmeme, reddedilme korkusuyla sorumluluk alıp kendi fikrini söylemez, isteklerini dile getiremez ya da karar alamaz. Bu da bir noktada hep karşı tarafın istediklerini yapmaya dönüşen bir ilişkiye dönüşür; ve kişi kendisini yine önemsenmediğini hissettiği bir ilişkide bulur. İçtenlik ve samimiyetten uzak bir ilişki kurulmuş olur.
Onaylanmaya aşırı ihtiyaç duyan kişilere neden bu kadar sevilmek ve onaylanmak istediklerini sorsak “Hepimiz sevilmek ve onaylanmak istemez miyiz?” diye yanıt verir. Tabii ki hepimiz hayatımızda bunu ararız; ancak normalde kişi haz duyduğu için sevilmek ve onaylanmak isterken onaylanmaya aşırı muhtaç bir kişinin ana kaynağı sevgi değil, korkudur. Aslında bütün o uyumlu davranışları, fedakarlıkları, kendini öne koyamamaları korkudan kaynaklanır.. Yalnız kalma korkusundan..
Onay arama ihtiyacı hisseden kişiler tam da bu yaralarını kanatacak eleştirel, mükemmelliyetçi, kendilerini beğenmeyen insanlara daha fazla çekilir, yakınlık kurabilir. Burayı fark edip sizi daha az yargılayacak, şefkatli, destekleyici kişilere hayatınızda daha çok yer açabilirsiniz. Sizi yoran kişiler ile ise etkileşimi tamamen kesebilir veya hayatınızda daha az yer ayırabilirsiniz.
Onay alma ihtiyacımızı azaltabilmek için ilk olarak bu ihtiyacımızın hayatımızdaki anlamını bulup anlamamız gerekir. Onaylanmadığımızda, reddedildiğimizde ne oluyor? Kendimizi sevilmeyen ve değersiz biri olarak mı görüyoruz? Sevilmek ve değerli olmak adına her zaman karşımızdaki kişileri memnun etmek zorunda mıyız? Her yapıp ettiğim birileri tarafından kabul görmek zorunda mı? Görülmüyorsa da bu yanlış bir şey yapıyorum anlamına mı geliyor? İlk bu soruları cevaplayacağım, kendi ihtiyaçlarımı göreceğim, bunları içselleştirip sindireceğim ki sonrasında kendi isteklerimin peşinden gitmeye hazır olayım. Kendi anlamlarımı bulup kabul gördüğüm ilişkiler inşa ederek sevildiğime de böyle emin olacağım…
Psikolojik Danışmanlığın İlişkideki Rolü ve Önemi
Onaylanma ihtiyacını sosyal ilişkilerinde kişi nasıl yaşıyorsa seans odasında psikoloğuyla da yaşıyor olabilir. Psikoloğunun onaylayacağı şekilde davranışlarda bulunmaya çalışma, psikoloğunu mutlu etmek için hızlı bir şekilde ‘iyileşmiş’ gibi davranma gibi…
Ancak seanslar ilerledikçe kişi şunu fark eder: Onaylanıp kabul görebilmek için kendi istek ve arzularını ikinci plana atmak, kendi olamamak daha çok mutsuzluğa sebep olmakta.. Aslında ‘kendimiz’ olarak var olduğumuzda da bizi sevip kabul eden insanlar elbet vardır ve olacaktır…
Korku içimize işlemiş, kendimizden vazgeçmiş, hayatlarımızı başkalarının isteklerine göre yaşamayı öğrenmiş olabiliriz.. Belki korkumuzu hafifletemeyiz; ancak korkumuza rağmen kendimize doğru adım atabiliriz. Kendimizden başka neyimiz var ki…?
‘’Kendimi dahi anlamına gelen -de gibi hissediyorum. Diğerleriyle bitişik durduğum zaman huzursuzlanıyor, sırıtıyor eğreti gibi duruyorum. Benim ayrı yazılmam lazım; kimselerin yanına yakışmıyorum.’’
Ali Lidar
Şizoid Kişilik Bozukluğu
Çevresiyle yakın ilişki kurmaktan çekinen, toplum içine girdiğinde kendini rahatsız hisseden, duygularını ifade etmeyi pek sevmeyen, kendini diğer insanlardan uzaklaştıran, duygusal olarak soğuk, yalnız, mesafeli bir birey misiniz? Ya da etrafınızda böyle biri var belki de. Yakın ilişki kurmakta oldukça isteksiz, içe kapanık, sosyalleşmeye ihtiyaç duymayan buna yönelik eksiklik hissetmeyen bir kişilik bozukluğu: Şizoid Kişilik Bozukluğu
Genellikle yalnızca birince derece yakınlarıyla bir iletişim halinde olurlar o da belli bir seviyededir. Kendilerini diğerlerinden soyutlamış bir yaşam sürdürürler. Tek başlarına yapacakları bir etkinliği tercih ederler.
Şizoid Kişilik Bozukluğu Nedenleri
Genellikle bireyin yetişkinlik döneminde iken tanısı konulan şizoid kişilik bozukluğu nedenleri çocukluk dönemine dayanmaktadır. Aile içindeki olumsuz olaylar, ailesinden soğuk ve ilgisiz davranışlar gören çocuklarda şizoid kişilik bozukluğu görülme olasılığı yüksektir. Duygusal açıdan aç ve fakir bırakılması çocukta sosyal ilişkilerin ve bağın gereksiz olduğu gibi bir inanca sürükler. Bu sebeple yakın ilişkiler kurmaktan kaçınır. Aslında belki de yakın ilişki nasıl kurulur bilmediği için kendisini tamamen yabancısı olduğu bu duruma kapatır ve en ufak bir ihtiyaç hissetmez.
”Bir insan nasıl sevilir hatırlamıyorum. öğret bana. tut elimden, gözlerimin içine bak, okula başlamış çocuğa alfabeyi öğretir gibi, kırk yıllık budiste namaz kılmayı öğretir gibi, sabırla öğret bana seni sevmeyi. merhameti ve şefkati elden bırakma. öyle bir bak ki bana, hırçınlığım gözlerinin buğusundan utanıp kendi kendini yok etsin…”
Ali Lidar
Şizoid Kişilik Bozukluğu Belirtileri
Şizoid kişilik bozukluğu belirtileri kişiden kişiye değişmekle birlikte aşağıda DSM tanı kriterlerine örnek gösterilecek olursa:
Ailenin bir parçası olamadığı gibi, ne yakın ilişkilere girmeyi ister ne de yakın ilişkilere girmekten zevk alır.
Hemen her zaman tek bir etkinlikte bulunmayı tercih eder.
Başka biriyle cinsel deneyim yaşamaya karşı oldukça ilgisi varsa bile çok azdır.
Alsa bile çok az etkinlikten zevk alır.
Birinci derece akrabaları dışında yakın arkadaşı ve sırdaşı yoktur.
Başkalarının övgü ve eleştirilerine karşı ilgisiz görünür.
Duygusal soğukluk, kopukluk veya tekdüze bir duygulanım gösterir.
Şizoid kişilik bozukluğu olan kişiler insanlara duygusuz bir insan oldukları izlenimi verirler. Kendi yaşadıkları olaylar da dahil olmak üzere olan biten olumlu veya olumsuz olaylara karşı sanki hiç etkilenmiyormuş gibi tepkisiz ve donuk davranabilirler. Empati yetenekleri gelişmemiştir. Karşısındaki insanın duygusunu anlasalar bile buna uygun hareket etmezler; duyarsız davranırlar.
Utangaçlık ile Şizoid Kişilik Bozukluk Arasındaki Fark
Utangaç yapıdaki bir kişi ile şizoid kişilik bozukluğuna sahip kişi arasındaki fark genelde gözden kaçabiliyor.
Şizoid kişilik bozukluğuna sahip bir birey insanlarla yakın, sıcak, duygusal bağlar kuramazlar ve böyle bağlar kurma ihtiyacı da hissetmezler. Başkalarının beklentilerine, isteklerine karşılık vermezler; eleştirilere de tepki vermemeyi tercih ederler. Bu durum şizoid kişilik bozukluğuna sahip bireylerin ‘soğuk, mesafeli’ olarak görülmelerine neden olmaktadır.
Utangaç yapıdaki bir kişi ise başkalarıyla yakın, sıcak, duygusal bağ kurmak istedikleri ve buna ihtiyaç duydukları halde yakınlık kuramazlar. Bir nevi sosyal fobiye daha yakın bir durum yaşarlar.
Şizoid Kişilik Bozukluğu Tedavisi
Tedavi için en uygun yöntem psikoterapidir. Bu kişilik bozukluğun tedavisi de diğer kişilik bozukluklarında olduğu gibi uzun sürmektedir.
Tedavinin en zor kısmı bu kişilik bozukluğuna sahip kişilerin terapiye kendi kendilerine katılmayı istemesidir. Kişi düzenli olarak seanslara katıldığında başarılı sonuç alma şansı o kadar yüksektir.
Bir iç sıkışıklığı işte! Nasıl anlatsam? Bu sıkışıklığın tarifi zor ama tarihi çok yakın. Daha az evvel de hissettim onu iliklerime kadar. Pandemi ile adını koydum. Belki daha önce tanışmış olabiliriz. Belki beni gözüne kestirdi. Evet evet, beni seçti. Neden bu kadar uzun sürdü anlamıyorum? İki senedir bekliyorum, gidecek diye. Arkasından su bile dökerim, sadece beni iki saat rahat bıraksın diye! Ah ne de zormuş. Bitmedi gitti işte. Pandemi yavaş yavaş sona eriyor, bu iç sıkışıklığım bir türlü sona ermiyor. Hapishanedeki demir parmaklıklar eksik bir. İçimdeki tel örgülerinden bir türlü firar edemiyorum.
(05.02.22)
Yine yaz geldi, geçen sene de gelmişti. Bir önceki sene de… Hani yaz gibi olsa, bir mevsim olsa şu iç sıkışıklığı, gelse, sürse ve gitse. En azından katlanabilirim. En azından bilirim şu zamanda bitecek. O kadar bilinmez ki. O kadar işlemiş ki içime. Ne olduysa şu iki senede oldu. İçimde sıkıştı sıkıştı en sonunda tıkıştı öylece kaldı herhalde. İçimdeki sandığın anahtarını bulamıyorum.
(20.05.22)
Acaba onunla yaşamayı çok mu yakıştırdım kendime? Ya da bir beden bol gelse de miras işte… Zaten yıllarca, iç sıkışıklığı ile yaşayınca, iyi hissetmeyi telafi etmek kolay olmayabiliyor. Şimdi fark ediyorum biliyor musunuz? “Telafi etmek kolay olmayabiliyor” dedikten sonra, tarifi zor olan bu durumu, nasıl da hapsetmişim? Üzerine bin bir kilit vurmuşum sanki. Sanırım iç sıkışıklığını özgür bırakmakla başlamalı. Özgür bıraktığımda, bu sıkışıklığın boşluğuna alan açılacak. Böylece, tarifi zor dediğim o his, iliklerime kadar hissettiğim o his, beni gözüne kestirmekten vazgeçecek. Beni seçti diyordum hep. Acaba bu zamana kadar ben, neden seçmedim ona alan açmayı? İlk önce alan açsam hiç de fena olmaz. Onun varlığı ile kucaklaşsam ve onunla birlikte yol alsam.
(22.06.22)
İki ay kadar zaman geçti. Bu radikal seçimi yaptığım için çok memnunum. Neden biliyor musunuz? Fark ettim, çok şey fark ettim hemde. Bu zamana kadar onun beni seçmesine izin veren benmişim ve iç sıkışıklığının hayatımda bir işlevi varmış. Bir oraya bir buraya yaprak misali savrulurken (geçmiş ve gelecekle çok meşguldüm o zamanlar.) Sanki “şimdi” ile yeniden tanışıyorum. Hayatın “şimdisi” de varmış. Tekrar fark ediyorum. Ve nihayetinde bunu fark ettiğimi fark ediyorum.
(23.08.22)
Sonra da yazdı, hep yazdı aslında. Bırakır mıydı bu farkındalık artık onu? Tekrar iç sıkışıklığı yaşamadı mı? Yaşadı elbette. Ama onu yaşadığını fark etti. Aslında YAŞADIĞINI fark etti. En önemlisi de bu olsa gerek. Yaşadığını fark edersen, içinde olumlu, olumsuz, iyi, kötü, artı, eksi her şeye alan açmış oluyorsun. Alan açtığın için radar sistemi kurabiliyorsun. Ne yararlı, ne zararlı? Öyle içeriye girenler elini kolunu sallayıp giremiyor. (: Böylece tam da o an, seçim yapabilme ve karar alabilme imkanı sunuyorsun kendine. Belki tam da bu satırları okurken “iç sıkışıklığı” dediğimiz ama tarifi zor olan o hissi sen de zaman zaman yaşadığını fark ettin. Gördün mü bak? Fark etmek ile başlar ve yine fark etmek ile son bulur yaşam.
İlişkilerde sık karşılaştığımız bir manipülasyon yöntemi: Love bombing- Aşk Bombardımanı
İsminin güzelliğine aldanmayın. İş icraata geldiği zaman ciddi olarak insanlara duygusal zarar verebiliyor.
“Masal gibiydi; ama ne olduğunu anlamadan bitti…”
Başını döndürecek kadar hızlı bir şekilde hayatının her hücresine sığıyor ve adeta büyülüyor seni. Hani bir ilişkinin başında bulutların üstündeymiş gibi hisseder bunun harika bir ilişki olduğuna ve ileride her şeyin mükemmel olacağına inanır daha sonra da ani bir şekilde yere çakılırsınız ya işte Love Bombing tam olarak bunu ifade ediyor. Love bombing uygulayan kişi; kontrolü ele geçirmek ve karşı tarafın davranışlarını yönlendirmek amacıyla bu şekilde davranır. Bunu gidip planlamaz; geçmiş aile yaşantısına bağlı olarak ‘sevme’ biçimi böyledir onun.
Peki “Love bombing” işaretleri neler?
Aşk bombardımanı uygulayan bir insan hayatına girdiği zaman çok hızlı bir sürede yani aslında tanışmanızdan çok kısa bir süre sonra…
Durmadan mesajlar atar. Sabah günaydın mesajları, akşam iyi geceler, gün içerisinde aramalar sormalar çok fazla olur.
Arama ve like yağmurunda bulunur.
Hediyeler alır. Hatta birbirinizi yeni tanıma aşamasında olduğunuz zamanlarda dahi pahalı hediyelerle gelebilir.
Sonu gelmeyen iltifatlar eder. Hatta bunu başkalarının yanında da yapar. Diyelim ki arkadaşlarınızla birliktesiniz bir anda “ Şu güzelliğe bak; bunu sevmeyeyim de kimi seveyim?” gibi sözler söyler.
Aşırı korumacı bir yapıda olur; sizi merak eder.
Mutluluk vaatlerinde bulunur. Geleceğe yönelik planlar yapar.
Sizi tanıyalı kısa bir süre olmasına rağmen hayatının aşkını bulduğunu dile getirir.
Yani kısaca sizi dünyanın en güzel insanı olarak hissetmeniz için ne yapılması gerekiyorsa yapar. Onunla birlikteyken müthiş tatmin olursunuz; çünkü size çok güzel vakit geçirtiyor; adeta bir prenses-prens gibi davranıyor; aslında sizi gittikçe daha çok manipüle ediyor.
Aşk bombardımanı yapan insanlar aslında sizin duymak istediklerinizi söyleme eğiliminde olurlar. Sizi ruh ikizi olduğunuz konusunda ikna etmeye çalışır. Karşısındaki kişinin neyi duyduğunda ona iyi geleceğini analiz eder ve onu söyler. “Bu iş yerin seni hak etmiyor, sen onlara fazlasın; Hayatına giren insanlar sana haksızlık etmiş, sen en güzellerine layıksın…” gibi. Böyle şeyleri duydukça gevşer, rahatlarsın giderek ilişkiye bağımlı hale gelmeye başlarsın… Geçmişteki hayal kırıklıklarınızı düşünürsünüz ve dersiniz ki “Demek ki o yaşadıklarımın bir sebebi varmış, bugünü bekliyormuşum, hayal ettiğim ilişkiye kavuştum…” Ama burada dikkat edilmesi gereken konu bu sözler, vaatler, iltifatlar ilişkinin en başında belki de 1 haftalık, 3 haftalık süre içerisinde olan şeyler… Geçmişteki yaralarla birlikte bu tuzağa düşmeye daha çok meyilli olabiliyorsun.
Bu sevgiye, ilgiye alıştıkça ve artık gerçekten tuzağa düştüğünüzü fark eden –love bombing- uygulayan kişi giderek sizi önemsememeye, sabah günaydın mesajları atmamaya, gün içerisinde aramamaya hatta mesajlarınıza cevap vermemeye başlar. Yani yine –biranda- bu sefer önemsenmeme değersiz görülme ve küçük düşürülmeye maruz kalıyorsunuz. Sizden istediğini aldığı için kendini geri çekmeye başlar; hatta terk edebilir.
“Her şey çok güzel başlamıştı, bir anda bitti” dediğimiz durum aslında. Kendinizde hata aramaya başlarsınız. Nerede yanlış yapmış olabileceğinizi düşünüyor olacaksınız belki de. Giderken size sizi artık sevmediğini, bir şeylerin iyi gitmediğini, eskisi gibi hissetmediğini söyleyecek. Bulutlar üzerinden yere çakılma tam olarak…
Romantizmle love bombing ‘i nasıl ayırt edicez?
Romantizm ilişkinin ilk 1 ayında da ilgi gösterir, 6. Ayında da ilgi gösterir. Ama love bombing yapan bir insan bir ayda ilgi gösterir üç ayda size resmen bağımlı gibi davranır ve istediği şeyleri yapmadığınız zaman ilgisini çekerek, uzaklaşarak, ortadan kaybolarak sizi cezalandırır.
Dikkat edilmesi gereken bir nokta da şu ki hızlı gelişen şeylere karşı temkinli olmak gerekir. 1 haftada- 2 haftada size hayatının merkezindeymişsiniz gibi davranıyor, abartılı söz ve davranışlarda bulunuyorsa bu ne kadar gerçekçi olabilir ki? Sizi ne kadar tanıyor ki bu kadar yoğun hisler içerisinde…? Hızlı olduğu anda şüphelenmek bizim en önemli uyarı işaretlerimizden. Burada korunmanın ana unsuru yavaşlamak. Onun aşırı davranışlarına karşı sınır koymak gerekir. Belki karşınızdaki kişi farkında olmadan da böyle davranıyor olabilir. Ama siz ona sınır koymayıp yavaşlamaz ve onun davranışlarına siz de aynı şekilde yanıt verirseniz sizin için duygusal açıdan yıkıcı sonuçlar yaratabilir.
Son olarak şunu belirtmeliyim ki;
Seni aniden seven ve aniden çok nefret eden insanlara karşı temkinli olmanızı öneririm. Çünkü hem yoğun sevginin hem de ani nefretin seninle ilgisi çok azdır.
Baharı müjdeleyen bir bayramdır “Hıdırellez”. Gelenekleri ve ritüelleri ile günümüze kadar gelen kıymetli bir değerdir. Sadece ismi ile varlığını sürdürebilmenin zor olduğu günümüzde, eylemleri ile varlığını sürdürebilen şenlik kokusunu solumamak imkansızdır. Şen insanlar görmenin diğer zamanlarda pek mümkün olmadığı ya da zaman içinde şenlikler dışında şen insan göremediğimiz, görsek de sosyal medyadaki sanal gerçeklik ürünü mü? Diye sormadan edemediğimiz şen insanlar…
Eskiden bu zamana kadar gelen bazı ritüeller ve bu ritüellerin günümüzde gözlenebilir yanları; “Bolluk, bereket, şans ve çeşitli niyetler için tepsi içine ekmek, su ve tahıllar bırakılır. Karınca yuvasından toprak alınıp kesenin içine koyulur. Bu kese de mutfağa konur. Dolaplardan tutun da, cüzdanlara kadar pek çok şeyin ağzı açık bırakılır; bereketli bir dönem olsun diyedir tüm bu ritüeller.
Gün doğmadan çiçek ve yaprakların üzerindeki çiğler toplanarak sütün içine konur, süt mayalanır. Pencere önlerine para bırakılır. Gül ağacına para asılır. Ertesi gün para alınıp, cüzdana konur ve yıl boyunca harcanmaz. Evlere yeşil dallar ve çiçekler asılır kötülüklerden koruması için. Kısmet açmak için evlenme çağına gelen genç kadınların başlarının tepesinde kilit açılır, evdeki sandıklar dolaplar kapakları açık olarak bırakılır. Gül yağı dökülür eşarplara. Anlatırken bile yüzümde şen bir ifade, parmak uçlarıma kadar hissettiğim şenlik rüzgarları esiyor. Daha da bahsetmeden edemeyeceğim.
Mesela o meşhur tuzlu ekmek pişirilip çatıya bırakılır. Genç kadınlar yatarken evlenme niyeti edip yatarlar. Hızır rüyalarında evlenecekleri eşlerini gösterir, buna inanılır. J Köylerde hıdırellez günü sabah namazı kılınır, tarlalar dolaşılır ve ambarlara gelinip bereket için dua edilir. Kuraklık var ise yağmur duası yapılır. Kötü enerjiden arınmak için ısırgan otu ya da yeşil bitkiler pek çok yere asılır. Sağlıklı olmak için sabah erkenden derelere gidip yıkanılır.
Dileklerin tutması için dilek tutulan nesnenin resmi kağıda çizilerek bir gül ağacının dalına asılır ya da maketi yapılır. Gün doğmadan dilek kağıtları nehire, denize atılır. Tüm senenin kötü enerjisinden arınmak için eski eşyalardan büyük bir ateş yakılır ve üzerinden atlanır. Şarkılar, türküler söylenir.
Dilekler tutularak ağaç etrafında dönülür, mum yakılır, danslar edilir. Ağaçlara dilekler tutularak rengarenk bez parçaları bağlanır. Hastalar yeşil alanlara çıkarılır, gezdirilir, hava almaları sağlanır. Çimenlerin üzerinde yuvarlanılır. Hastalıklardan kurtulmak için ağaca salıncak kurulup sallanılır. Gece bir kovaya su konur, sabah bu su ile yıkanılır ya da çeşitli otlar toplanıp, kaynatılan su ile yıkanılır… daha sayamadığım ama saymaktan büyük keyif aldığım birçok ritüel ile “Nevruz Bayramı” olarak kutladığımız pek değerli bir gün. İnsanların yüzündeki ifadeden şen bir alt metin mutlaka okunuyordur.
Şimdilerde bir karınca yuvası bulmak ne zor özellikle büyük şehirlerde… Zaten yağan çiğler, yapay çiçeklerin yapraklarından süzülüp akıp giderken şen bir yüz ifadeniz olamıyor. Çatı da kalmadı büyük şehirlerde. Çatıya çıkmaya kalksanız bir gökdelenin bilmem kaçıncı katında bulursunuz kendinizi. Köylerde ambarları dolduracak mahsül de bırakmıyoruz. Git gide tüketim toplumu olmayı kanıksadık sanki. O ateş geçtiğimiz senelerde şenlik için değil, kaç dönüm ormanı yok edecek büyüklükte yaktı geçti ülkemizi. Bırakın üzerinden atlamayı pek çok canlının da üstünden atladı, kendine kattı… Hastalar mı?..
Bir salgın geldi ve nefes alamaz hale gelen, nefes alamadığı için entübe edilen insanlar nasıl şen olabilirdi? Ama tüm bu gerçeklikten ziyade sanal gerçeklik var. Bizler para keselerini gül ağacına asmayı bir kenara bırakın, sanal gerçekliğin en gerçek parçası olan sanal paraları, nereye ve nasıl harcayacağımızı, üzerine yatırım yapacağımızı, yitirdiğimiz gerçekliğin içinde öğreniyoruz ya da öğrenemiyoruz.
Bir zaman sonra “Nevruz Bayramı-Hıdırellez” gibi kavramlardan belki de hiç söz edilmeyecek, tarihe karışacak. Ben de tarih kokan bu ritüellere değinmek istedim. Çünkü “Hıdırellez nedir, Nevruz Bayramı nedir?” bu soruların cevabı çok kolay bir şekilde sosyal medyada ve internet aracılığıyla ulaşılabilir bir yerde duruyor.
Asıl değinmek istediğim şey ise; şenliğin gerçekliği içinde, şen olan senin gerçekliğin.
“Hıdırellez” is a holiday that heralds spring. It is a precious value that has survived to the present day with its traditions and rituals. Today, where it is difficult to survive with just the name, it is impossible not to breathe the festive scent that can survive with its actions. Is it the product of virtual reality in social media, where it is not possible to see happy people at other times, or where we do not see happy people apart from festivals in time? Cheerful people we can’t help but ask… Some rituals from the past to this time and the observable aspects of these rituals today; “Bread, water and grains are left in the tray for abundance, fertility, luck and various intentions. Soil is taken from the anthill and put into the pouch. This pouch is also put in the kitchen. From lockers to wallets, many things are left open; All these rituals are for a fruitful period. Before sunrise, the dew on the flowers and leaves is collected and put into milk, the milk is fermented. Money is left in front of the window. Money hangs on the rose tree. The next day the money is taken, put in the wallet and not spent throughout the year. Green branches and flowers are hung in houses to protect them from evil. The locks are opened on the heads of the young women who have reached the age of marriage in order to open their fortunes, and the doors of the chests and cabinets in the house are left open. Rose oil is poured on the scarves. Even while telling, I have a cheerful expression on my face, the festive winds that I feel up to my fingertips are blowing. I can’t help but mention more. For example, that famous salty bread is baked and left on the roof. Young women intend to get married while they sleep. Khidr shows their spouses to marry in their dreams, it is believed. In the villages, morning prayer is performed on the day of Hidrellez, the fields are wandered, and people come to the warehouses and pray for blessings. If there is a drought, a prayer for rain is made. Nettle or green plants are hung in many places to get rid of bad energy. In order to be healthy, one should go to the streams and bathe early in the morning. In order for the wishes to come true, the picture of the object made is drawn on paper and hung on a branch of a rose tree or a model is made. Before sunrise, wish papers are thrown into the river, into the sea. In order to get rid of the bad energy of the whole year, a big fire is lit from old items and jumped over. Songs and folk songs are sung. Making wishes, circling around the tree, lighting candles, dancing. Colorful pieces of cloth are tied to the trees by making wishes. The patients are taken to green areas, taken around, and allowed to breathe. It rolls on the grass. In order to get rid of diseases, a swing is set up on the tree and swayed. Water is put in a bucket at night, washed with this water in the morning, or various herbs are gathered and washed with boiling water… It is a very precious day that we celebrate as the “Nowruz Festival” with many rituals that I can’t count yet but that I love to count. A happy sub-text is definitely read from the expressions on people’s faces. It’s hard to find an anthill these days, especially in big cities… You can’t have a happy facial expression when the dew that is already falling is flowing from the leaves of artificial flowers. There is no roof left in big cities. If you try to go up to the roof, you will find yourself on the floor of a skyscraper. We do not leave any crops to fill the warehouses in the villages. It’s as if we have become accustomed to becoming a consumer society. That fire burned our country in the past years, not for festivities, but to the extent that it would destroy how many acres of forest. Let alone jumping over it, it jumped over many living things, added it to itself… Sick people?.. An epidemic came and how could people who could not breathe, who were intubated because they could not breathe, be happy? But rather than all this reality, there is virtual reality. Let alone hanging money bags on rosewood, we learn or cannot learn about virtual money, which is the most real part of virtual reality, where and how we will spend it, invest in it, in the reality we have lost. After a while, concepts such as “Nowruz Festival-Hıdırellez” will not be mentioned at all and will disappear into history. I also wanted to touch on these rituals that smell of history. Because “What is Hıdırellez, what is Nowruz Festival?” The answers to these questions are easily accessible on social media and the internet. What I really want to mention is; in the reality of your festivity, your reality that is festive.
There is one you, who is you, There is only you, the one that contains you. There is a truth, which is you, There is only you, who swallows all this reality.
Yazının bulunuşuyla başlayan, imparatorlukları anlatan, kralları anlatan, korsan gemilerini, köleliği, göçleri ve yazıtları anlatan bir bilim… Bilim olmadığı yönündeki itirazlara bakacak olursak psikoloji, sosyoloji gibi alanlarla aynı akıbeti paylaşıyor. Kesinlik bağlamında bir fizik değil ama sosyoloji ve antropoloji ile son derece sıkı fıkı ilişkiler içinde bir bilim.
Sen kimsin?
Bu soruyu sorduğumda şimdi gidip aynaya bakmazsın veya durup düşünmezsin şu an kim olduğunu. Hangi okulları okuduğunu anlatırken de geçmişi anlatırsın, adını söylerken de, doğduğun yeri söylerken de. Yani neticede bellek seni tanımlayan bir şeydir. Bellek, yani tarih…
Aslında bir bakıma tarih diye bildiğiniz bilimi bir felsefeci gözüyle esnetince çok tuhaf bir şey çıkıyor ortaya; bellekbilim her şey hakkında!
Fiziği bile kuşatıyor; şöyle ki…
Galileo pizza kulesi tepesine çıktı ve iki şey attı: gülle ve toplu iğne. Aynı anda yere düştüler yıllardır süregelen Aristo iddiasının tersine. Yani bir deney yapmış oldu. Biraz komik kaçacak ama söylemeden edemem, o deney geçmişte kaldı ve o deney hakkında konuşmak demek geçmiş hakkında konuşmak demek yani bellek hakkında konuşmak demek. Bir fizik deneyi bile belleğe hapsolmuş oldu. “Git sen de dene, göreceksin” dediğinizi duyar gibiyim ama denediğimde bunu gelip size anlatırken yine tarih hakkında konuşuyor olacağım.
Diyelim ki toplumların su tüketimi ve intihar oranları arasında bir bağ araştırıyorsunuz. Deneyi nasıl olur? Her şeyi eşit olan yalnızca su tüketimi farklı olan iki toplum bulma şansınız yok. Kadın erkek sayıları, yaş dağılımı, ırksal eğilimler, kültürel farklar gibi bir dolu faktör var. Peki, şöyle yapalım… Bir toplum seçelim, su tüketimini arttıralım, gelecek yıllar intihar oranlarını sayalım. İyi de hava durumu etkilediyse, dünyanın siyasal koşullarındaki değişim etkilediyse, yeni doğum ve ölümler etkilediyse?
Demek ki neymiş, her şeyi eşit iki paralel evren olamayacağı ve o iki paralel evrende bir şeyi değiştirerek kontrollü deney yapma şansı bulamayacağımız için, kontrol grubu denen şey hayaldir ve her şey ama her şey tarihte bitmektedir. Döner geçmişe bakarsın ve bir tahminde bulunursun. Kesin bilgi diye bir şey asla tikellerde mümkün değildir. Her şey olsa olsa bir tahmindir.
Ussallık başka. Belleksiz de felsefe yaparsın, Belleksiz de matematik yaparsın ve belleksiz de sanat yaparsın ama bu belleksizlik tecrübesizlik, tikel bilgisizliği anlamında. Yoksa bilinçdışı havuzunu, arketipleri boşaltıyorsak zaten ortada insan kalmaz. Ve tabii bunun yanında kısa süreli hafıza denen, bilgisayarda “ram” denen şey muhakkak olmalı zaten ama onun da ötesinde düşünce için derin bellek, yani kollektif bilinçdışı şart.
Kant apriori bilgiden bahsederken bizde tecrübeden bağımsız olarak var olduğunu varsaydı ama aslında türsel bir tecrübeyi, ataların derin belleğini dikkate almadı. İki şey üçüncü bir şeye eşitse, bu iki şey birbirine eşitmiş. Bu bir mantık kaidesi ve bu “bilgi” bizde doğuştan var imiş. İyi de niye var? Milyonlarca primat milyonlarca tecrübeden sonra bu yasayı ezber etmiş, o da genlere işlemiş olmasın?
Tecrübe yoksa, yani hiç yoksa, yani bellek hiç yoksa, ortada hiçbir şey kalmıyor. Akıl belleksiz çalışamıyor.
Peki bellek komple dolu olursa? Yani bir bilgisayar düşünün her şeyi biliyor, her şeyi ama her şeyi… Bu bilgisayarın işlemciye ihtiyacı olur mu?
Cündioğlu şu soruyu sormuş ve evet demişti: Tanrı akleder mi?
Mesela Aristo’nun Tanrısı kendi kendisini akleden saf akıl; kendini düşünen saf düşünce.
Ben derim ki cehalet varsa akıl vardır.
Tanrı, yani her şeyi bilen, yani bilmediği olmayan, akıl ederken neyi akıl eder? Akıl etmek bildiğimizden bilmediğimize gitmek değil mi? Mesela taş akıl etmez çünkü hiçbir şey bilmez. Biz aklederiz çünkü bilmediğimizin yanında bildiğimiz şeyler de var. Tanrı akletmez çünkü bilmediği bir şey yok. Yani üstünlük sıralamasıyla Tanrı, biz, taş.
Demek ki aklın varlığı için tam boş bellek veya tam dolu bellek olmaması icap ediyormuş. Hem bilinenler hem de bilinmeyenler olması icap ediyormuş ki aklın çalışmasının lüzumu olsun.
Yani demek ki insan Tanrı ve taş arasında; demek ki insan her şeyi bilenle, bilmeyi bilmeyen arasında.
Emre TİMUR
History: all we have
A science that started with the invention of writing, about empires, about kings, about pirate ships, slavery, migrations and inscriptions… If we look at the objections that it is not a science, it shares the same fate with fields such as psychology and sociology. It is not a physics to be precise, but a science that is closely related to sociology and anthropology.
Who are you? When I ask this question, now you don’t go and look in the mirror or stop and think about who you are right now. You talk about the past when you talk about which schools you went to, when you say your name or when you say where you were born. So, after all, memory is something that defines you. Memory, that is, history… In fact, when you stretch the science you know as history from the perspective of a philosopher, something very strange emerges; memory science is about everything!
It even encompasses physics; namely… Galileo climbed to the top of the pizza tower and threw two things: a cannonball and a pin. They fell to the ground at the same time, contrary to the Aristotelian claim that has been going on for years. So he did an experiment. It’s going to sound a little funny, but I can’t help saying that experiment is in the past, and talking about that experiment means talking about the past, that is talking about memory. Even a physics experiment got stuck in memory. I can hear you say, “Go try it and you’ll see”, but when I try, I’ll be talking about history again when I come and tell you about it.
Let’s say you’re investigating a link between populations’ water consumption and suicide rates. How is the experiment? You don’t have a chance to find two societies that are all equal but differ in water consumption. There are many factors such as the number of men and women, age distribution, racial tendencies, cultural differences. Well, let’s do this… Let’s choose a society, increase water consumption, count the suicide rates in the coming years. But what if the weather affected it, if the change in the world’s political conditions affected it, if new births and deaths affected it?
So, what is it, since there cannot be two parallel universes with everything equal and we will not have the chance to do a controlled experiment by changing something in those two parallel universes, the thing called the control group is an illusion and everything ends in history. You look at the revolving past and make a guess. Such a thing as certain knowledge is never possible in particulars. It’s all just a guess.
Wisdom is another. You can do philosophy without memory, you can do math without memory, and you can make art without memory, but this lack of memory means inexperience, particular ignorance. Otherwise, if we are emptying the unconscious pool, archetypes, there will be no humans left. And of course, there must be something called short-term memory, called “ram” in the computer, but beyond that, deep memory, that is, the collective unconscious, is a must for thought. While talking about a priori knowledge, Kant assumed that it exists in us independently of experience, but in fact he did not take into account a generic experience, the deep memory of ancestors. If two things are equal to a third thing, those two things are equal. This is a logic rule and this “knowledge” is innate in us. Well, why is it? Couldn’t millions of primates memorize this law after millions of experiences, and it’s ingrained in their genes?
If there is no experience, that is, if there is no memory, there is nothing left. The mind cannot work without memory. What if the memory is full? So imagine a computer that knows everything, everything, but everything… Does this computer need a processor? Cündioğlu asked the following question and said yes: Does God reason? For example, the God of Aristotle is the pure mind that understands itself; pure thought that thinks for itself. I say that where there is ignorance, there is reason.
What does God, that is, all-knowing, that is, who does not know, reason when reasoning? Isn’t reasoning going from what we know to what we don’t know? For example, a stone does not make sense because it knows nothing. We reason because besides what we do not know, there are also things we know. God does not reason because there is nothing he does not know. So in order of precedence, God, us, stone. This means that for the existence of the mind, there must be no fully empty memory or fully loaded memory. There must be both knowns and unknowns, so that the mind needs to work.
In other words, man is between God and stone; That is to say, man is between the one who knows everything and the one who does not know.
Bu sene mevsimsel geçişler sizce de bir garip olmuyor mu? Peki bu garipliğin benim literatürümdeki karşılığına değinmem gerekirse “iklimsel sancı” diyebilirim. Çünkü sancı çekmeden delemez toprağı bir tohum. Sancı çekmeden göğüslenemez o halter, gülmenin kıymeti ne bilinmez. Sancı çekmeden doğmaz bir bebek, iyileşmez yaralar, kaynamaz kırılan kemik. Nihayetinde sancı çekmeden bilinmez sancının kıymeti.
“İklimsel sancının” kulağıma fısıldadığı “Bu ara havalar böyle diye ben de böyleyim.”, “Havada bir kasvet var.”, “Nem çok nem!”, “Hava tam…” Bu ve buna benzer cümleleri hiç kullanmamış ya da işitmemiş olanınız yoktur herhalde? İlk cümle için şöyle bir örnek vereceğim. Hava durumunun bir anda “iklimsel sancı” nedeniyle mevsim normalleri dışına çıktığı bir zaman anımsıyorum. Aylardan mart ve bir anda hava durumu alarm veriyor. “Güneybatı yönünden esen rüzgarın etkisiyle ülke genelinde yer yer yağışlar görülecek… yaklaşık olarak 5 gün sürmesi bekleniyor.” Bu haberi duyan biri için duyduğu andaki algısı önemlidir. Fakat sonrasında buna verdiği tepki çok daha önemlidir. Bu örnek çerçevesinde biraz durmak istiyorum. Kişi bu haberi duyduğu anda
“Beş gün boyunca, zaman berbat geçecek.” Dedi. Bu düşüncesi dil aracılığı ile benim de düşüncelerime temas ediyor ve zihnimin içinde dönüp duruyor, beş gün boyunca zamanın berbat geçeceği ile onun zihni o kadar meşgul ki… Fakat kişi zihninden geçen bu düşünceyi fark ederek ve zihninin ona sunduğu bu cümleyi sahiplenmeyerek seçim yapma özgürlüğüne de sahip. Böylece seçim yapanın kendisi olduğunu, zihninin bu cümleyi ona sanki bir kuralmış gibi anlatmaya çalıştığını deneyimleyecektir. Başka bir bakış açısında ise zihninden geçen bu düşüncenin “sadece bir düşünce” olduğunu fark etmeden bu düşüncesini kuralmış gibi sahiplenebilir. Böyle bir bakış açısında seçim yapma özgürlüğünü bile göremez. Peki ben bunu duyduğumda kendi zihnimden geçen ilk cümleyi size söyleyeyim mi? “Toprak can bulacak, bitkiler suya kanacak.” Ben ne mi yaptım? Bu cümleyi fark ettim. Cümlenin beni ne açıdan etkilediğine dikkat ettim. İyi geldi, hoş geldi bu iklimsel sancı…
“İklimsel sancının” hayatımızdaki yeri bu kadarla sınırlı kalmıyor tabii. Gök gürültüsü ile irkilen bir çocuk muhtemel olarak ağlamaya başlar. Kısa bir süre sonra gökyüzünden süzülen damlalar kendi gözyaşlarına karışır. Ama o çocuk tüm bu yağmurlara rağmen dışarıda oyun oynamaya devam eder ve çamura bulanmış olarak eve döner. Korkusunu çamur yatıştırmıştır. Gözyaşlarını ancak çamurlu yüzü kamufle eder. O çocuk “iklimsel sancının” üzerinde bıraktığı korkuya rağmen bir seçim yapıp yine de çamur ile oynamaya devam etmiştir. Korkudan ağlamanın son bulduğu anda ise çamura bulanmış olmanın tebessümünü yüzünde taşımıştır.
Mesela iklimsel bir diğer sancı da; “Düğün sezonu açıldı.” Cümlesi ile karşılar evlilik kararı aşamasındaki çiftleri. Özellikle son yıllarda evlenirken mevsimsel koşullar büyük bir etken. Sıcaklığın artmasıyla akın akın alınan nikah tarihleri, hüznün ve mutluluğun birlikte yaşandığı gelin konvoyları, o tokmağın davula vuruşundaki sessizlik ve sessizliğin ötesindeki silah sesleri… Bir silah sesinde duyulan acı çığlık ve “iklimsel sancı”. Hikaye nasıl bitti? Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine… Aklıma “iklimsel sancıyı” çok yalın ifade eden bir şarkı sözü geliyor:
“Bu havada gidilmez.
Güneşli günde gidilmez.
Aslında hiç gidilmez,
gidilmez…”
Sanki bu sancı çekilmez bir şey gibi, sancıyı çekmemeliyim diye sancıdan kaçma çabası gibi.. bir “gidilmez” eylemine sıkı sıkıya sarılmak daha cezbedici duruyor şarkı sözlerinde..
“İklimsel sancının” bazı durumlar ve olaylar çerçevesinde benim literatürüm içinde nasıl karşılık bulduğu üzerine durmak istedim. Bu konu hakkında zaman zaman daha çok yazacağım. Şimdilik “iklimsel sancının” tadını çıkaracağım. Bu benim seçimim. Biliyorum ki bu sancı olmadan, olmuyor işte. Birinin varlığı diğerinin yokluğuna, ötekinin yokluğu da bir diğerinin varlığına mutlaka temas ediyor.
Uzm. Psk. Avşar SÖZMEN
Climatic Pain
Don’t you think the seasonal transitions are weird this year? Well, if I had to mention the equivalent of this strangeness in my literature, I can say “climatic pain”. Because a seed cannot pierce the soil without pain. That barbell cannot be fought without pain, what is the value of laughing. A baby that is not born without pain, non-healing wounds, a broken bone that cannot be healed. In the end, the value of pain is unknown without pain.
“Climatic pain” whispered in my ear “I am like this because the weather is like this these days”, “There is a gloom in the air”, “It’s very humid!”, “The weather is perfect…” He has never used or heard such sentences. I guess you don’t have one? I will give an example for the first sentence. I remember a time when the weather suddenly went out of seasonal normals due to “climatic pains”. It is March and suddenly the weather is alarming.
“With the effect of the wind blowing from the southwest, there will be rains from place to place throughout the country… It is expected to last for approximately 5 days.” For someone who hears this news, his perception at the moment he hears it is important. But his reaction to it afterwards is much more important. I would like to pause for a moment within the framework of this example. As soon as one hears this news, “For five days, time will be terrible.” Said.
This thought also touches my thoughts through language and it keeps revolving in my mind, his mind is so busy that time will be messed up for five days… But by noticing this thought in his mind and not owning this sentence his mind has presented to him, he has the freedom to choose. also has. Thus, he will experience that he is the one making the choice, and that his mind is trying to explain this sentence to him as if it were a rule.
From another point of view, he may adopt this thought as if it were a rule, without realizing that this thought that goes through his mind is “just a thought”. In such a perspective, he cannot even see the freedom to choose. Well, should I tell you the first sentence that crossed my mind when I heard this? “The earth will come to life, the plants will bleed into the water.” What did I do? I noticed this sentence. I paid attention to how the sentence affected me. Good, welcome, this climatic pain…
The place of “climatic pain” in our lives is not limited to this, of course. A child startled by thunder is likely to start crying. After a short time, the drops from the sky mingle with her own tears. But that child continues to play outside despite all these rains and returns home covered in mud. Mud calmed his fear. It only camouflages the tears on the muddy face. Despite the fear that the “climatic pain” left on that child, he made a choice and still continued to play with the mud. As soon as the crying from fear stopped, he carried the smile of being covered in mud on his face.
For example, another climatic pain; “Wedding season is open.” He meets the couples at the stage of marriage decision with his sentence. Seasonal conditions are a big factor, especially when getting married in recent years. Wedding dates flooding in with the increase in temperature, bride convoys where sadness and happiness are experienced together, the silence of that hammer hitting the drum and the gunfire beyond the silence… The painful scream and “climatic pain” heard at the sound of a gun. How did the story end? Let’s go to their caravan as they are done… I think of a lyric that expresses “climatic pain” very plainly:
“You can’t go in this weather.
You can’t go on a sunny day.
In fact, you never go
can’t go…”
As if this pain is unbearable, like an effort to escape from pain so that I should not suffer.
I wanted to dwell on how “climatic pain” resonates within my literature in terms of certain situations and events. I will write more on this topic from time to time. I’ll just enjoy the “climatic pain” for now. This is my choice. I know that without this pain, it just can’t happen. The existence of one necessarily touches the absence of the other, and the absence of the other necessarily touches the existence of the other.
“Hiç bana sorulmamıştı hanım hanımcık-uslu çocuk olmak istiyor musun diye. Bir anda kendimi hanım hanımcık bir kız olarak buldum.”
Ne zaman annesinin/babasının yanından kalkmayan bir kız çocuğu görsem üzülürüm… Çocuksun sen ya kalk, dolaş, karıştır, kurcala diyesim gelir. Yetişkin biriymiş gibi oturduğun yerden kalkmamak da neymiş?
Çoğunlukla doğrudan kimse de ona demez aslında; gidince orda uslu uslu dur diye. Hanım hanımcık kızımız bilir nasıl davranması gerektiğini; annesini/babasını nasıl mutlu edeceğini… Aslında belki de deli gibi koşmak ister, kahkaha atmak ister, sohbete katılmak ister… Ama ‘çocuklar büyüklerin sözüne hiç karışır mıymış?’ cümleleriyle büyümüştür. Yüksek sesle kahkaha atmak da neymiş; ayıp, hoppa hareketler bunlar diye çekinmiştir gülmeye bile… Annesinin/babasının gözlerinin içine bakar en ufak bir hareketinde; acaba yanlış bir şey mi yaptım kaygısıyla…
“Yavrumuz bizi hiç üzmedi’ diyerek büyütülen bir çocuğun hüznüne şahit oldunuz mu hiç ?” Diye bir soru sormuş yakın zamanda Deniz Şimşek…
Hem kendinizi hem de ebeveynseniz ebeveynliğinizi sorgulatacak cinsten bir soru…
Akıllı-uslu çocuk olabilir mi sizce, olsa da ne kadar mantıklı geliyor kulağınıza? Çocuk dediğiniz delidir… Evet; delidir. Deli doludur. Ne kural bilir ne kaide. Koşar, coşar, bir şeyleri kırar, bağırır, çağırır, ortalığı karıştırır.Yeri gelir etrafındaki insanların rahatsız olması umurunda bile olmaz. Eğer bir çocuk bunları yapmıyor; akıllı uslu bir köşede oturuyorsa muhtemelen o çocuğun üzerinde yoğun bir duygusal ya da psikolojik baskı vardır. Farkında olmadan çocuğunuza “Eğer …… davranırsan üzülürüm” ya da sizin sevginizi kaybetmemek adına “akıllı uslu olmalıyım” diye düşünüp sahte bir kimliğe bürünmüş olmasın. Ne yazık ki birçok anne-baba akıllı uslu çocuk hayali kurarken çocuklarına yoğun bir duygusal baskı yaptıklarının farkında bile değiller.
Janet Lansbury’ nin çok güzel bir tespiti var bu konuda: ” Küçük bir çocuğa koşma, zıplama ya da tırmanma demek; ona nefes alma demek gibidir. ” der. Bu durum bu kadar zorlayıcı bir deneyimdir yani onlar için.
“Çocukluğunu doya doya yaşamamış bir insanın mutlu olması çok zordur.” Der Doğan Cüceloğlu. Çünkü niye zor size anlatayım… Çocuklukta anne-babası üzülmesin, sevgisini kaybetmeyeyim kendi istek ve arzularını reddeden, sahte bir kimlik geliştirmiş bir kişi yetişkin olduğunda bu dinamiği her ilişkisine, her ortama taşır. Eğlence ortamına gider bir taraftan rahat rahat oynayan, keyfine bakan, doyasıya eğlenen insanları görür, özenir onlar gibi davranmak ister; ama bir tarafı onu hanım hanımcık ya da beyefendi davranmaya zorlar. Bu sebeple de girdiği çoğu ortamda yadırganırım korkusuyla doğal, içinden geldiği gibi davranamaz.
Hanım hanımcık-akıllı uslu bir çocuk olan veya çocukluk geçiren herkesin birgün kendi kimliğini bulabilmesi dileğiyle.
Uzm. Psk. Özge AKÇAY
CAN YOU LIVE YOUR CHILDHOOD AS A CHILD?
Childhood Sadness… “I was never asked if you wanted to be the lady lady-good boy. All of a sudden I found myself a ladylike girl.” Whenever I see a girl who doesn’t get up from her mother/father, I get sad. What’s wrong with not getting up from your seat like an adult? In fact, no one calls him directly; so that when you go, stay there in good manners.
Our lady lady knows how to behave; How to make his mother/father happy… Actually, maybe he wants to run like crazy, he wants to laugh, he wants to join the conversation…
But he grew up with the sentences “Do children ever interfere with the words of adults?” What was it like to laugh out loud; It’s a shame, he even hesitated to laugh because these are frivolous movements… He looks into his mother’s/father’s eyes at the slightest move; I wonder if I did something wrong…
Have you ever witnessed the sadness of a child who was brought up by saying “Our baby has never upset us”? Deniz Şimşek recently asked a question… A question that will make you question both yourself and your parenting if you are a parent…
Do you think he might be a smart-good boy, but how logical does it sound to you? What you call a child is crazy…
Yes; he is crazy. It’s full of crazy. He knows neither rule nor rule. He runs, jumps, breaks things, shouts, calls, makes a mess. Sometimes he doesn’t care if the people around him are disturbed. If a child does not do these; If the child is sitting in a smart corner, there is probably an intense emotional or psychological pressure on that child. Don’t let your child take on a false identity by thinking, “I’ll be sorry if you act……
” or “I have to be smart” in order not to lose your love. Unfortunately, many parents do not even realize that they are putting intense emotional pressure on their children when they dream of smart and well-behaved children.
Janet Lansbury has a very good point about this: “To run, jump or climb to a small child is like telling him not to breathe.” This is such a challenging experience for them.
Der Doğan Cüceloğlu. Because it’s hard for me to tell you why… Let’s not let his parents get sad in childhood, let me not lose his love. A person who rejects his own wishes and desires and develops a false identity carries this dynamic to every relationship and every environment when he becomes an adult.
He goes to the entertainment environment, on the one hand, he sees people who are playing comfortably, enjoying themselves and having fun, he takes care of them and wants to act like them; but a part of him compels him to act ladylike or gentleman. For this reason, he cannot act naturally and spontaneously for fear of being found strange in most environments he enters.
I wish everyone who is a lady lady-wise, well-behaved child or had a childhood can find their own identity one day.
Korku bilinmezliğin negatif YANIDIR ama bilinmezlik dediğimizde genel insana göre bu iki kutuptan biri değil de tümden negatiftir(!) peki gerçekten öyle midir? Bilinmezlik pozitif veya negatif, iyi veya kötü, olumlu veya olumsuz her iki olasılığında olabileceği anlamına gelmez mi? İşimizle, ilişkimizle ya da hayatımızın geri kalanıyla ilgili bir konuda iyi diye nitelendirdiğimiz güzel şeyler de gerçekleşebilir kötü diye nitelendirdiklerimiz de.
Ama bizler hep en baştan olumsuza odaklanır, o bilinmezden ya kaçar ya da savunma modunda hatta saldırı modunda kendimizi çekiç ilan eder her şeyi çivi olarak algılarız. Böyle olduğunda ya harekete geçmeyiz, ya da hareketlerimiz korkudan, ürkeklikten dolayı çok sınırlı, savunma ya da hayatımızı kurtarmak adına saldırı modunda kalır ve potansiyelimizin çok çok düşük bir kısmını kullanıp güzellikleri, fırsatları ıskalarız.
Halbuki bilinmezlik hayatın gizemli yollardan iş görmesidir. Ne iyidir ne de kötü, önümüzde kutupsal olarak iki seçenekten biri kendi yelpazelerinde gerçekleşecektir ama biz negatife odaklı oldukça ve sadece onu varsaydıkça güzel şeylerle karşılaştığımızda ya göremez, algılayamaz kaçırırız ya da o güzel çiçeğe uygun bir saksı olamayız, büyümesi yaşaması için ne toprağımız yeter ne de suyumuz.
Ama hayatın bu bilinmezlik olarak andığımız gizem nehriyle barışırsak çırpınmak yerine kendimizi akışına bırakırsak kendi kendimizi boğmaktan kurtulur ve bizi varacağımız yere götürmesine izin vermiş oluruz.
İş ve ilişkilerde başarılı ya da hayal ettiğimiz noktalarda gördüğümüz insanlar bu bilinmezliğe nötr bir şekilde giren ya da korkuların kendilerini durdurmasına, kör topal ilerlemesine izin vermeyen, kapının arkasında istediği şeyin olup olmadığını görmek için kapıyı itmeleri ve harekete geçmeleri gerektiğini bilen insanlardır.
Korkularımızı kollektif bilinçten, toplumun genel kanılarından ve özellikle doğumumuzdan itibaren yakın çevremizden öğreniriz. ‘’Öğrenme’’ kelimesi de tıpkı ‘’bilinmezlik’’ kelimesi gibi gerçek haliyle değil kalıplaştırarak kullandığımız bir kelimedir, korkuları öğrenmek onların doğru olduğu anlamına gelmez, öğrenmek de nötr’dür ve doğruların yanısıra yanlış, hatalı ya da doğru olmayanı da ‘’kabul etmek’’ demektir.
O yüzden öğrendiklerimizi, bildiklerimizi deneyimsel olarak pozitife geçirene kadar sorgulamamızda fayda vardır ve ‘’yanlış’’ öğrendiklerimizi, ezberlerimizi bozmamız gerekir ki bu değişimle hayata bakış açımız, dolayısıyla deneyimlerimiz, hayatımız değişsin.
Değiştirmemiz gereken, bizi kendimiz olmaktan, potansiyelimizden alıkoyan sabotajcı dış ve iç sesler nelerdir? Bazıları:
O iş tutmaz/ O işi tutturamam
Sen yapamazsın/ben yapamam
O kitap o şekilde yazılmaz, o video o şekilde çekilmez, o iş öyle yapılmaz/ bu şekilde yapamam
Bir sen eksiktin, bir sen kalmıştın/değersizim
Diploman yok, yüksek lisansın yok, akademik belgen yok, olmaz yapamazsın/yetersizim
Hayır, o iş tutabilir, sen yapabilirsin, o iş senin yaptığın, yapacağın gibi ‘’farklı’’ bir yoldan hatta daha önce hiç yapılmayan bir şekilde de yapılabilir ve dünyanın farklılıklara ihtiyacı vardır, gelişmenin tek yolu da bu sonsuz yoldan geçer; kişisel ve toplumsal olarak.
Her gün aynı şeyi düşünüp, aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar beklemek ne kadar doğru olabilir? Bu yüzden insan önce eşsiz olduğunu, hayatta mutlu ve başarılı olmak için en az 8 milyar yol olduğunu bilmeli ve kendi yolunu korkusuzca yürümelidir.
Deniz MURATOĞLU
OVERCOME THE ILLUSION OF FEAR
Fear is the negative SIDE of the unknown, but when we say the unknown, according to the general person, it is not one of the two poles, it is completely negative(!) But is it really so? Doesn’t uncertainty mean that it can be both positive or negative, good or bad, positive or negative? Good things that we consider good about our job, relationship or the rest of our lives can happen, and things we consider bad can happen.
But we always focus on the negative from the very beginning, either escaping from that unknown or declaring ourselves a hammer in defense mode or even in attack mode, perceiving everything as nails. When this happens, we either do not take action, or our actions are very limited due to fear and timidity, we remain in defense or attack mode to save our lives, and we use a very, very low part of our potential and miss the beauties and opportunities.
However, obscurity is how life works in mysterious ways. Neither good nor bad, one of the two options in front of us will take place in their own spectrum, but as long as we focus on the negative and only assume it, when we encounter beautiful things, we either miss it, miss it, or we can’t be a suitable pot for that beautiful flower, we have neither enough soil nor enough soil for it to grow and live. our water.
But if we make peace with this river of mystery, which we call life’s obscurity, if we let ourselves go with the flow instead of struggling, we will avoid drowning ourselves and let it take us to our destination.
The people we see successful in business and relationships or at the points we dream of are people who enter this obscurity in a neutral way or who do not let fears stop them, who do not let them move blindly, who know that they need to push the door and take action to see if what they want is behind the door.
We learn our fears from the collective consciousness, from the general opinions of the society, and especially from our close environment, starting from our birth. The word “learning” is a word we use stereotyped, not in its real form, just like the word “uncertainty”, learning about fears does not mean that they are true, learning is also neutral and “accepting what is wrong, wrong or untrue as well as right”. means ‘to do. That’s why it is useful to question what we have learned and know until we experientially change it to a positive one, and we need to break our “wrong” learnings and memorizations, so that our perspective on life, therefore our experiences, and our lives will change with this change. What are the external and internal saboteurs that we need to change, that keep us from being ourselves, from our potential? Some:
I can’t get that job/ I can’t get that job
You can’t/I can’t
That book is not written that way, that video is not shot that way, that job is not done that way / I can’t do it that way.
Only you were missing, only you were left/I am worthless
You don’t have a diploma, you don’t have a master’s degree, you don’t have an academic document, you can’t do it / I’m incompetent
You can sink, you can be disgraced, you can be rejected / I will be rejected
You can/could lose
No, he can work, you can do it, it can be done in a “different” way, as you do, or even in a way that has never been done before, and the world needs differences, the only way to progress is through this endless road; personally and socially. How accurate can it be to think and do the same thing every day and expect different results? That’s why a person should first know that he is unique, that there are at least 8 billion ways to be happy and successful in life, and he should walk his own path without fear.
~En az bir ay ya da daha fazla süreyle aniden ortaya çıkan “panik ataklar” sonucunda kişi, tekrar panik atak yaşamaktan korkar ve atakları tetikleyici aktivitelerden uzak durur veya panik atak yaşadığı yerlerden uzak durarak gelecekte ortaya çıkabilecek ataklardan da kaçınmaya çalışır.
Bir kişiye panik bozukluk tanısı konulabilmesi için aşağıdaki durumların olması gereklidir:
1•Yineleyen ve aniden ortaya çıkan “panik ataklar”
2•Başka atakların da olacağına dair veya atakların kötü sonuçlarıyla (kalp krizi geçirme, nefes alamama, kontrolü kaybetme, bayılma…) ilgili olarak kalıcı kaygı veya endişe duyma; panik ataktan kaçınmaya dönük davranışları ve agorafobik kaçınmayı da içerebilir. (İkinci maddedeki kriterlerden biri veya ikisi için de, en az bir ay veya daha fazla süreyle, ataklardan en az birinde var olması gereklidir.)
Panik bozuklukta sıklıkla “agorafobi” eşlik eder. Peki, agorafobi nedir? Agorafobi: Kaygı belirtileri ortaya çıktığında kişinin kaçmasının zor ve utandırıcı göründüğü veya yardımının mümkün olamayacağı durumlardan ve yerlerden korkması anlamında kullanılmaktadır.
Bir başka deyişle; insanlardan kaçınmanın zor olacağı yerlerde ve durumların içinde bulunma ile ilgili gerçekçi olmayan, kişide yoğun kaygı ve endişe oluşturan kapana kısılma hissidir.
Panik bozuklukta, “beklenti anksiyetesi” dediğimiz bir başka kavram da karşımıza çıkmaktadır.
Beklenti anksiyetesi; panik atağın yatışmasının ardından, yeni bir atak geçirme korkusu, endişesidir. Panik ataklar kontrol altına alınsa bile, beklenti içinde olmak atakların ortaya çıkma riskini arttırabilir ve yeni bir atak geçirme endişesi devam edebilir.
Not: Tüm bu kriterler içinde bu ve buna benzer durumlar yaşıyorsanız ya da çevrenizde yaşadığını gözlemlediğiniz birileri varsa bu durum ile başa çıkmak için profesyonel destek almanızı öneririm.
Panik bozukluk ve buna eşlik eden “panik atak” tedavi edilmezse durum daha da kötüleşir, bu da bireyin hayatının her alanını etkileyen pek çok soruna neden olur.
*Panik atakların sıklığı artabilir.
*Beklenti anksiyetesi içinde olmak panik atakları tetikleyebilir.
*Kaçınmacı davranışları oluşturabilir. Böylece bunlar pekişir ve kişinin hayatını olumsuz yönde etkileyebilir.
*Kişinin yaşam kalitesi bozulabilir.
*Endişe, korku, kaygı süreklilik göstererek yaşamı zorlaştırabilir.
*Mali sorunlar ortaya çıkabilir. (İş ya da okul sorunları gibi…)
*Diğer psikolojik ve fiziksel sağlık sorunlarına neden olabilir.
*Sosyal ilişkilerden ve sosyal ortamlardan kaçınmalara sebep olabilir.
Mitolojiye göre Butimar denize aşık bir kuştur. Bakmaya doyamaz; içmeye kıyamaz. Öylesine aşıktır ki denize, birgün biteceğinden ve onu bir daha görememekten korkar.Bu sebeple ona dokunup bir yudum dahi alamaz. Bu ölçüsüz aşk ama onun susuzluktan ölümüne sebep olur.
…
Gelin Butimar kuşunun neler hissettiğine, iç dünyasına biraz daha bakalım…
“Sana ve ilişkimize o kadar çok odaklıyım ki sensiz yaşayamam. Senden uzakta olduğum, haber alamadığım her dakika çok önemli bir organımı kaybetmişim gibi hissediyorum.
O yüzden burada, hala benimle olduğunu, beni görüyor olmanı hissetmem gerek. Seninle hep iyi olmak istiyorum; sürekli seni memnun etmeye çalışıyorum. Azıcık yüzün asılsa korkuyorum beni artık sevmiyor olmandan, ben, terk edeceğinden…
Senin neye ihtiyacın varsa sen nasıl iyi olacaksan ben yapmaya hazırım. Benim ihtiyaçlarım, benim iyi olup olmamam önemli değil; kendimi ihmal edebilirim ben, hiç sorun değil…
Yeter ki sen mutlu ol. Sen iyisen ben de iyiyim. Ama senle iyi olmadığımızda hayat çok zor oluyor benim için. Sen yoksan hayatın hiçbir anlamı kalmıyor…”
Bağımlı Kişi Hangi Duygular İçerisinde Olur?
Bağımlı ilişki örüntüsüne sahip olan kişiler tıpkı Butimar kuşunun hissettiklerini yaşarlar. İlişkide “bağlı olmak” ve “bağımlı olmak” farklı anlamlara gelmekle beraber çok da karıştırılan bir söylemdir. “Onsuz yapamam.” ifadesi ilişkide bağımlılığı ifade ederken bu durum pek de sağlıklı değildir. İlişkide çiftler arasında bağımlılık değil bağlılık olmalı… Bu durumu bakın Nazım Hikmet nasıl anlatmış:
“Hani derler ya
ben sensiz yaşayamam, diye
ben onlardan değilim.
Ben sensiz de yaşarım;
Ama,
Seninle bir başka yaşarım.”
Nazım Hikmet
Bağımlı kişi sürekli “Burada mı, beni görüyor mu, ben onun hayatında var mıyım?” kaygısı içerisindedir. Ondan haber alamadığı zamanlarda da bağımlı kişi rahatsız olur ve işini gücünü yapamayacak hale gelip yoğun kaygı içerisinde olur. Yani bütün hayatı kesintiye uğrar. Peki gerçekten burada bir sevgiden mi bahsediyoruz sizce…? Genellikle hayır. Bağımlı kişinin hayatındaki kişi onun için sadece sevgi ‘nesnesidir.’
Bağımlı ilişki Kurma Nedenleri Nelerdir?
Bağımlılık bir davranış biçimidir ve öğrenilmiştir. Genellikle aile içi ilişkilerden kaynaklanan bir durumdur. Anne veya babasıyla bağımlı bir ilişki geliştiren kişi ‘tek başınalığı’ yeteri kadar öğrenememiştir. Yani kişinin tek başına hareket etme ve karar verme yetisi gelişmemiştir. Bir öteki veya ötekiler olmadan kendini güvende hissetmez bağımlı kişi. Bağımlılık geliştirdiği kişi ile ilişkisi onu tatmin etsin etmesin orada birinin varlığı ona güven verir. İyi hissedebilmek için bir ötekine ihtiyaçları vardır.
“Hergün kendime söz veriyorum, yarın ona gitmeyeceğim. Fakat ertesi gün yine esaslı bir sebeple ve nasıl olduğunu anlayamadan kendimi onun yanında buluyorum.”
Goethe-Genç Werther’in Acıları
İlişki Bağımlılığında Çözüm…
Her zaman olduğu gibi iyileşebilmek için duygularımızı inkar etmemek ve onları olduğu gibi kabul edebilmek gerekiyor. Duygumuzu, yaşadıklarımızı küçümsemek veya kendimizi eleştirmek yerine yaşadıklarımızı kucaklamaya ihtiyacımız var. Yaşadıklarımızın anlamını öğrenip kendimizi tanımamızın ve kendimize hak ettiğimiz değeri verebilmemizin yolu farkındalıkla başlar. Kendimize iyileşmek için zaman vermek; sağlıklı adımları da beraberinde getirecektir.