“Durmağa değer. İnsan biçare ve tezat içinde bir mahlûktur. Kendisinden yahut eserinde çok aşağıdır. Bu hakikatte “eşrefi mahlûkat” bir ratedir; tabiata bir ilah gibi hükümrandır. Fakat kendi hayatını bir türlü idare edemez. Çünkü fert sifatile sahibi olduğu “varlık” hayat dediğimiz şeyin kendisiyle ve işçisi olan içtimaî insanla her an mücadele halindedir… Mesut etmek isteriz, fakat bedbaht oluruz. Bu insanın umumî ve ebedî kaderidir. Bunun yanı başına bir de zamanımızın azgın meselelerin koyun. Öyle muvazenesiz bir devirde yaşıyoruz ki… Her an, medeniyet ve insanoğlu, asırların yarattığı her şey tehlikede. Fert her an tasallûta maruz… Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.”
Bu paragrafın sahibi ve bugünkü öznemiz, benim de yaşam mesaimde pek kıymet verdiğim (hatta en sevdiğim kitaplarından “Huzur”un yine en sevdiğim cümlesini, izninizle buraya not düşmek isterim; oyuna girdiğiniz anda onu kaybettiniz demektir!) şair, romancı, deneme yazarı, edebiyat tarihçisi, siyasetçi ve akademisyen Ahmet Hamdi Tanpınar. Cumhuriyet neslinin ilk öğretmenlerinden olan ve fanilik mesaisinde 1901-1962 yılları arasında bu dünyayı şereflendirmiş olan üstat Tanpınar’ın 1954’te yazdığı ve günümüz sosyal medya ahalisinden “hakiki edebiyatsever”ine pek çok insanın hayatına dokunan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” şimdilerde tiyatro sahnesinden veriyor selamını da kendi meşrebinde ayarını da…
Romanı çağdaş bir uyarlamayla yöneten “Fırtına”, “Savaş”, “12. Gece”, “Alice Müzikali” gibi oyunlardan belleğe aldığımız Serdar Biliş. Bir sanatçı insiyatifi olan Saatler Kolektif’in yapımındaki oyunun / romanın onlarca karakterini ise Semaver Kumpanya’dan aşina olduğumuz Serdar Keskin canlandırıyor. Müziklerini Tuluğ Tırpan, dekor tasarımını Gamze Kuş, ışık tasarımını Cem Yılmazer, “tiyatro ve sinema arasında hibrid bir dünya”nın tasarlandığı oyunun görüntü yönetmenliğini ise Ahmet Sesigürgil üstleniyor.
Tanzimat itibariyle Batılılaşma sürecine giren bireyin yaşadığı bocalamayı; doğu ve batı, eski ve yeni, geleneksel ve modern kutupları arasında gidip gelerek işleyen “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” yazıldığı dönemde çok ilgi görmese de 2001’de İngilizceye çevrildikten sonra popüler oluyor ve toplam da 22 dile çevriliyor. Biraz bu mevzu üzerinde durmalı; zira buna benzer ne çok yazarı, şairi kırıp, kaçırıp, yormuşuzdur ve kim bilir ne çok eseri de es geçmişizdir!
“[H]iç kimse (romandaki karakter Ayarcı için söyleniyor) yıldız olarak kalmıyordu. Muhakkak hayalimizdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti. İnsan iradesi daima maddi şartları yener. Halit Ayarcı mazi ve istikbalini halin arasında gören zaattır. Bütün mesele insanoğluna yaratıcılığını vermektir. …. Mesele yapmak ve yaratmaktır. …çünkü yaratmak yaşamın ta kendisidir.” Üstadın kelamını, tariflediği kadrajı, Serkan Keskin’in muazzam oyunculuğunda ete kemiğe bürünmüş hemhalde izlemek isteyenler, rotanız belli: 4 Haziran, Zorlu PSM. Ama gelin öncesinde, “Hayatımızın bir devrinden sonra başımıza gelen şeylere o kadar hazırlanmış oluyoruz ki, kederimizi kendi içimizde taşır gibi yaşıyoruz.” diyen Tanpınar üstadı yeniden gündemimize alıp algılarımızı havalandıran “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” oyununun yaratıcısı ve yönetmeni Serdar Biliş ile yaptığımız röportaja bi göz atalım!
“Onun cümleleriyle zaman geçirmek tarifsiz bir keyif”
· Röportajımızın girişine merhabamızı verdiğimiz, vakti zamanında yazar Necdet Evliyagil’in Cumhuriyet Gazetesi için Ahmet Hamdi Tanpınar ile yaptığı söyleşi… O söyleşide, insan tahlili üzerine neden durduğunu açıklıyor Tanpınar… Üstadın tariflediği fotoğraf 350 bin yıllık biz insanyavrularının kadim yolculuğunun bir parçası; zeitgeist’e vurduğumuzda, bugün bu kavramlar/manalar pek de değişmemiş gibi; yanında da pandemi, deprem, sel ve dünya koşturmacası. Tanpınar’ın kelamının yamacında siz, bu bugünü / günümüzü nasıl fotoğraflıyorsunuz?
Tanpınar bu sözleri bugün için söylemiş olsaydı da aynıyla geçerli olurdu. “Gılgamış”dan bu yana içimizi kemiren ölümsüzlük arzusu, doğaya hükmetme merakı bizi belki de bir yok oluşa sürüklüyor. Gelecek kaygısı bugünü Tanpınar’dan alıntıyla “hal denen keskin bıçak” haline sokuyor ve içimiz huzursuzlukla doluyor. Bu kontrolsüz savrulmanın içinde “yekpare bir zamanın” içinde olabilmek giderek zorlaşıyor. Zamanın dışına fırlamış biçare gölgeler olarak hep bir koşturma halindeyiz. Çok mu karamsar oldu?
· “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında.” Roman ve hikâyelerinde en önemli temalarından biri “zaman” olan ve edebiyat camiasında “zamanın peşinden giden yazar” olarak anılan üstadın, öyle ki mezar taşında bile bu şiirin iki mısrası yer alıyor. Peki, Tanpınar sizin için ne ifade ediyor, kişisel ve mesleki yaşam mesainizde nereye denk düşüyor?
Tanpınar’ın benim hayatıma derinlemesine girmesi kişisel olarak zor bir dönemime denk geldi. Ben, onun cümlelerinde şifa aradım diyebilirim. Yerini yurdunu yadırgayan, durduğu yerde huzursuzlukla kıvranan, dolambaçlı cümleler içinde huzur ve denge arayan bir dünyası var Tanpınar’ın. Merkezin hep biraz kıyısında kalmış, olduğu mesafeden de sancılar içinde keskin ve derin bir kavrayış ile ele almış konularını ve karakterlerini. Onun cümleleri ile zaman geçirmek tarifsiz bir keyif.
“Hüznün ve mizahın birbiri içinde eridiği sihirli bir tas”
· “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… ayar saniyenin peşinden koşmaktır… bir umuttur zaman… bir müphemdir zaman… ilerledikçe gerileyen… hep yeniden başlayan… etmezseniz saatlerinizi ayar… sizin de hayatınız kayar…” der Tanpınar. Bu mevzuda aklıma Albert Einstein’in şu tarifi geliyor: “Zaman olmadan mekân, mekân olmadan zaman asla var olamaz.” Bu iki üstadın tanımının ışığında, sizin için “zaman”ın tarifi ve manası nedir?
Zaman benim için “dönüşüm” sanırım. Oğlumun büyümesi, çiçeğin açması, annemin ölmesi, havanın kararması, birden güneş açması gibi… Bir projenin kafamın arkasındaki bir histen, bir önseziden giderek ete kemiğe bürünen bir organizmaya dönüşmesi ve seyirci ile buluşması…
· Gelelim “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü sahneleme yolculuğunuza. Öncelikle sahnelemek düşüncesi nereden çıktı, itici gücünüz neydi? (İç ses: Yıllar önce devlet tiyatrolarından dikize yatmıştık, sonrası cesaret eden olmadı ya da ben denk gelmedim!) Ve tabii ki (SAE) romanla hemhaliniz, derdiniz / meramınız nedir?
Hayri İrdal’ın nerdeyse bir komedyen gibi okuyucusunu gıdıklayan hicvi beni bu çok sevdiğim eserin sahnede karşılık bulacağı duygusuna itti. Hayri, hem çok bizden hem de kim olduğu tam da belli olmayan, samimiyeti tartışılır örtük bir anlatıcı. Elbette hepimiz Hayri prizmasından yansıyan ışıkta kendimizi görüyor, o kişiye aynada bakıyor ve yer yer hesaplaşmaya gidiyoruz. Geçmişimizle, bizi biz yapan şahsiyetlerle, babamızla, atamızla, geleneğimizle ve geleceğe göz kırpan cazibelerle hesaplaşıyoruz. Zaman içindeki dönüşümümüzle, pazarlıklarımız, tavizlerimiz, kaybettiklerimiz ve kazandıklarımızı bir cetvele koyup ölçüp biçiyoruz. SAE hüznün ve mizahın birbiri içinde eridiği sihirli bir tas. Bu da bizim kültürümüze has bir şey diye düşünüyorum.
“Bütün o maskelerin altındaki Hayri”
· Eseri tiyatroya uyarlarken ve yönetirken kullandığınız enstrümanlar nelerdi? Çalışmanızda nasıl bir rota izlediniz? Malum zor bir eser, üstüne Tanpınar’ın edebi ağırlığı da var…
Bu projenin ta en başından sinema ve tiyatro arasında bir melezlik oluşturma düşüncesi vardı. Hayri İrdal’ın hayatını bir film şeridi gibi hatırlıyor ve irdeliyor olması, zaman temasının hafızanın imbiğinden süzülüyor olması beni boşluklu, hep tamamlanmaya muhtaç bir eksiklik duygusuna götürdü. Film ve tiyatro sahnesi tıpkı mazimiz ve geleceğimiz gibi, hep biraz eksik hep biraz birbirine muhtaç halde bütünleşmeye çalışan bir “ŞİMDİ” oluşturmaya çalışıyor oyunda.
· Serkan Keskin’in tüm karakterleri oynama fikri nasıl çıktı? Oyunculuk performansı açısından yönetmen ve uyarlayan olarak nasıl bir güzergâh izlemeyi tercih ettiniz? Bu arada tüm karakterleri tek bir bedende resmetmeyi, sanki Tanpınar’ın mektubuna gönderme niteliğinde gibi hissettim, sizden dinleyelim isterim?
Ben bu projeyi yapmayı düşündüğüm anda aklıma Serkan geldi. Hayri, bir “everyman” figürü. Hayri biraz hepimiz, hepimiz biraz Hayri’yiz. Ve Hayri geçmişini bir film şeridi gibi hatırlarken, hayatına girmiş bütün şahsiyetleri canlandırıyor ya da bütün o şahsiyetler onun zihninde ve bedeninde tekrar canlanıyor. Serkan, bütün bu maskelere ustalıkla yaşam verebilecek maharetli bir oyuncu, hem de bütün o maskelerin altındaki Hayri’yi yani hepimizin en kırılgan, en çıplak halini ortaya dökebilecek cömertlikte bir oyuncu.
· Bugünlerde sizi sabah uyandırıp güne düşüren, iyi gelen neler var?
Ben, Tanpınar ile beraber tekrar İstanbul’u keşfediyorum. Kandilli sokaklarında, yokuşlarında yürüyüşler yapıyorum. Denize bakıyorum. Tanpınar okuyorum bir, iki sayfa da olsa.