“Feminizmin şiddet konusunu üçüncü sayfa haberlerine verdiği tepkiler üzerinden ele alma biçiminde bir sorun var. Feministler tek bir vahşet vakasına odaklarında, kadın düşmanlığının ne kadar yaygın olduğunu bilmeyenler, kadın haklarının ihlal edildiği şiddet olaylarını kuraldan ziyade istisna zannedebilir. Ya da tek bir vakaya bakarak bunun azınlık gruplarından birinin yaptığı şeytani bir eylem olduğunu düşünüp kafalarından uzaklaştırabilirler.”
Amerikalı yazar Rebecca Solnit (Minotor Kitap, Asude Küçük çevirisi) “Bu Kimin Hikâyesi? / Eski Çatışmalar, Yeni Tartışmalar” adlı kitabında böyle diyor ve ekliyor: “Umutluyum, çünkü yoksulluğun nedenleri, iklim değişikliği gerçeği ya da kadınların eşitliği söz konusu olduğunda hakikati anlatan, bizim hikâyelerimiz. Umutluyum, çünkü bu hikâyeler daha fazla insanı bize katılmaya yüreklendiriyor.”
“Umut” kavramını pekiştirmek veya Z Raporu’nda günümüze yansımasından payımıza düşeni almak niyetine perspektifimizi bu defa Euripides tarafından yazılmış, ilk kez M.Ö. 432’de sahne almış ve temeli İason ve Medea’nın aşk, ihanet, ölüm ve lanet dörtlüsüne dayanan Antik Yunan tragedyasına çeviriyoruz.
Medea ya da Medeia (Yunanca ‘kurnaz, plancı, planlar kuran’ anlamlarına gelen) Yunan mitolojisinde Kolhis Kralı Aietes’in (bazı kaynaklarda annesi Ay Tanrıçası Hekate’nin) kızı, Kirke’nin yeğeni ve Güneş tanrısı Helios’un torunu olan Kolhis prensesi. Medea, Antik dünyanın en büyük büyücülerinden biri, ilaç ve zehir yapım ustası. Yer ve Ay Tanrıçası olarak da tapınım gören Medea, Antik dünyanın en uzun aşk destanının ana karakteri, Karadeniz kabilelerindeki anaerkil yapının en büyük simgesi ve İason ile yaşadığı dillere destan büyük aşk…
Ve “mutlu aşk yoktur”un ilk örneklerden biri diyerek gelelim bu Amazon kadını Medea’yı yeniden gündemimize ve meramımıza düşüren rotaya… (Meraklısına not: İngiliz yazar Bernard Shaw’ın ‘kadın düşmanı’ olarak eleştirdiği Euripides’in Medea’sı, klasik mite sadık kalır ve iktidarını daha da güçlendirmek için başka bir kadınla evlenen kocasından intikam amacıyla çocuklarını öldürmekten çekinmeyen, yıkıcı bir kadın figürü olarak resmedilir. Seneca’nın Medea’sı ise ne iyi bir anne ne de iyi bir eş değildir ve güçlerini de babasının temsil ettiği iktidarı için değil, âşık olduğu kişi için kullanabilecek kadar âşık, gözü kara ve kıskanç bir kadındır.)
GalataPerform’da ilk olarak geçen yıl, Yeni Metin Festivali kapsamında okuma tiyatrosu olarak endam eden, İran asıllı İsveçli oyun yazarı, şair ve edebiyat eleştirmeni Athena Farrokhzad’ın “Medea’ya Göre Ahlak” metni, yolculuğuna dolu dolu tam bir yıldır tiyatro oyunu olarak devam ediyor. Oyunlarında savaş, göç, ırkçılık, şiddet, dil, tutku ve miras üzerine odaklanan Farrokhzad’ın (insan, anne ve mülteci olarak anlattığı) Medea’sını, GalataPerform kurucularından Yeşim Özsoy yönetirken, çevirisini Ali Arda, dramaturgisini ise Ferdi Çetin üstleniyor. Oyunun koreografisi Tuğçe Tuna, ışık tasarımı Ayşe Sedef Ayter, dekor – kostüm tasarımı (İsa’nın, ‘ilk taşı günahsız olanınız atsın’ sözünden hareketle taşlarla kurulan sahne anlatımını sevdiğim) Melis Hafızoğlu, müzikleri ise Gökçe Uygun imzalı. “Medea” ve “ahlak” karakterlerini adeta yeniden yoğuran ve yoğunlaştıranlarsa Şenay Gürler ve Özgün Çoban…
Ezcümle: “İnsan soyunun bazı endişeleri vardı, hepsi karşılığını buldu / Artık hiç kimse şüpheyle kıvranmayacak / Peki, bu dram bittiğinde hangi dram vuku bulacak? / Çocuklarımı ve rakibimi öldürdüğümde ne olacak? / Ben görevimi yerine getirdiğimde, suç tamamlandığında hangi dram başlayacak? / Kadınım, mülteciyim, anneyim ve çocuk katili / İnsan soyunun nefret ettiği bir suçlu / Biri olmalıydım, kendimi feda ettim…” diyen Medea’ya hâlâ kulak vermediyseniz, girizgâh niyetine Yeşim Özsoy, Şenay Gürler ve Özgün Çoban ile yaptığımız röportaja bir göz atın, sonrası ise şimdilik devam modu!
Yeni Metin Festivali’nin bu yıl ki teması ‘gerçek’
İzninizle sondan başlamak istiyorum. Pandemiden sonra geldiğimiz süreç ve son olarak yaşadığımız deprem ve selle de ilintili belleğimde ‘kader ve keder’ ikilisinde dolanan Susan Sontag’ın şu cümlesi: “Başkalarına çektirilen ve bizim görüntüler şeklinde izlediğimiz acılarla kurduğumuz düşsel yakınlık, uzakta ıstırap çeken insanlarla ayrıcalıklı insanlar arasında düpedüz gerçekdışı bir bağ olduğunu düşündürür ve bu bağ, iktidarla ilişkimizi düzenleyen mistifikasyonlardan (anlaşılmasını güçleştirme, gizemli duruma sokma) biridir. Ne kadar çok sempati duyarsak, acılara yol açan gelişmelerde bir suçumuz olmadığı hissine kapılmamız da o kadar kolaylaşır. Sempatimiz acziyetimizin yanı sıra masumiyetimizin de ilanıdır.” Bu tanımın yamacında sorum, son yıllarda sizin iç dünyanızda neler yaşandı?
Yeşim Özsoy: Tüm bu olanlarda bir yanıyla maruz kaldığımız bir şiddet var ama bu durumun özeti belki de Michel Foucault’nun (1975 basımlı) “Hapishanenin Doğuşu”nda yazdığı metafor “panoptikon”dur… Sontog’ın “uzakta”sını bizler de kendimize bir başka şiddet haliyle uyguluyoruz. Evet, fiziksel olarak savaşmıyoruz belki ama birebir yaşamadığımız bir şiddeti dolaylı olarak medya ve görseller üzerinden daha psikolojik ve ruhsal boyutta maruz kalarak yaşıyoruz. Bilgi teknolojileriyle sürekli bilgilenme üzerinden çok yoğun bir biçimde pasiflikle, aktivizm arasında garip bir ilişki içinde varlığımız. Mesela bulunduğumuz, olduğumuz yerden sürekli aktif olduğumuzu zannediyoruz ki savaşıyoruz, cebelleşiyoruz da o görseller aracılığıyla üzerimize gelen her duygu ve düşüncelerle. Ama yine de tam olarak neler oluyor ve bu gördüğümüzü sandığımız durumların arkasındaki mekanizma bize nasıl işliyor, adını koyamıyoruz… Aslında çok enteresan bir soru oldu bu; çünkü bizim Yeni Metin Festivali’nde bu yıl ki temamız da “gerçek”. Gerçeği nasıl algılıyoruz ve gerçeklikle nasıl savaşıyoruz?
Şenay Gürler: “Uzaklarda… başkalarına çektirilen” diye söz ediyoruz ama aslında bizler de yoğun bir şekilde maruz kalıyoruz bu yaşananlara, şiddete. Ve ne olursa olsun gerçek şu ki; yaşanılan acıları birebir yaşıyoruz, empati kuruyoruz, tepkiler gösteriyoruz. Sosyal medyadan ya da hayatta bulunduğumuz yerden; mesela seçtiğimiz oyunlarla ve temalarıyla da bir şekilde, kendi alanından ses vermeye ve ayakta durmaya, buradayım demeye çalışıyoruz. Empati kuruyoruz fakat bu bir yanıyla bu travmatik de bir şey. Sontag’ın tanımı o kadar yerinde ki… Yani biz ne kadar itiraz ediyoruz, ne kadar sesimizi çıkarıyoruz, ne kadar dayanışabiliyoruz!? Zira hep uzakta olanlar bir o kadar da yakınımızda olanlar; fakat tüm bu yaşanılanlarla birlikte bizim kendi hayatımızda, bireysel olarak yaşadığımız da bir sürü acı var. Tam da burada kendi adıma diyebileceğim, kendimi en çok sorguladığım dönemlerden birini yaşıyorum.
Yaşadığımız çağda yaşanılanlar karşısında vicdan yapıp bir türlü kendi hayatımıza, beşeri sorunlarımıza dönemiyoruz, fakat bir şekilde çokça anlık duygulara kapılıp, hissizleşmiş gibi de devam edebiliyoruz. Sizce?
Şenay Gürler: Vicdan yapıyoruz, karşı durmaya ve hep anlamaya çalışıyoruz. Evet, kendimize dönemiyoruz ya da bu dönme halinde pek de sağlıklı olamıyoruz. Sontag’ın cümlesinden yola çıkarsam da şu noktanın çok önemli olduğunu düşünüyorum; insanın devrimci bir noktada, her değişime açık ve biraz daha sistemin dışından bir yerden bakmasının erk ve iktidarla ilişkisini biçimlendirdiği gerçeği…
Özgün Çoban: Empati sahip olduğumuz en önemli özelliklerden bir tanesi. Covid-19 ve deprem zamanı benim de reaksiyonum bir şekilde, “Nasıl dayanışabilirim, neler yapabilirim?” oldu. Dolayısıyla burada da biraz örgütlenmek işin içine girdi benim hayatımda; kendimi orada daha çalışır ve işe yarar hissettim. Hem kendim açısından hem de yan yana geldiğim, dayanışmadaki insanlar açısından bu birlikteliğin psikolojik olarak hepimize iyi geldiğini düşünüyorum. Empati ve dayanışma dediğimizde, bugünlerde sevdiğim bir söz var, Ahmet Şık diyor ki; “Türkiye’nin en doğusuyla en batısının aynı şeylere üzülüp aynı şeylere sevindiği bir Türkiye’yi yaratabilir miyiz acaba?”
“Amazonlar savaşı kaybetti biz de kaldık böyle”
Gelelim, “Koroyu öldürerek başlayacağım işe / Öyküyü anlatmaya devam etmesinler / Tarihin akışını durdurmak, dramadan dışarı çıkmak istiyorum” diyen “Medea’ya Göre Ahlak”a… Oyunun ilk çıkış noktasından bugün birinci yılında Medea, siz yaratıcılarına ve seyircilerine ne söylüyor? Bu bir yılın kadrajını anlatsanız ortaya ne çıkar?
Özgün Çoban: Ben özellikle “ahlak”ı oynadığım için ahlaksal konularda çok geri dönüş alıyorum. Oyun, genelde insanların ne kadar ahlakçı olduğunu ya da ahlaki değerlere ne kadar önem verdiğini veya toplumun ne kadar ahlaki baskı kurduğu üzerine düşünmesine sebep oluyor. Dolayısıyla tepkiler ve diyaloglar da şöyle oluyor: “Tam ‘ahlak’a hak verirken, bir an da ‘ahlak’a ve kendime sinirlenirken buluyorum kendimi. Bir iç çatışma yaşıyorum…” Bu da yaşadığımız bireysel ve toplumsal baskıların, insanların üzerinde farkında olmadan ne kadar biriktiğini gösteriyor. Bu oyun vesilesiyle bunu daha iyi anladım diyebilirim. Yavaş kaynayan suya atıldığı için anlamayan kurbağa hikâyesi gibi! Bu oyun belki biraz da “evet, biz bunları yaşıyoruz” uyanışı yaşatmış olabilir insanlarda.
Şenay Gürler: Metni ilk okuduğumda, sonrasında üzerinde çalışmaya başladığımda ve her oynadığımda daha faklı notalarını keşfediyorum Medea’nın. Aynı zamanda kendi içimdeki notlarımı da keşfediyorum yakınlaştığım ve uzaklaştığım. Tabii ki Medea’ya sadece çocuklarını, kardeşini, kocası Iason’un sevgilisi Glauke’u öldürmüş bir kadın olarak bakamıyorum. Kendimde yakın bulduğum noktaları var, çünkü -biraz önce Özgün de söyledi- mütemadiyen toplum tarafından ‘ahlaki çerçevede’ belirlenip bize verilen roller var. Ve özellikle de kadınlara yüklenen roller bunlar. Mesela, hâlâ İstanbul sözleşmesini veya 6284 sayılı kanunu (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair) konuşuyoruz. Tarihten bugüne bakınca kadın olarak yaşadıklarımız -ki Medea’nın anaerkil toplumdan gelip ataerkil toplum tarafından reddedilmesi üzerine dayalı olduğunu da es geçmeyelim- tam da birçok ötekileştirilen gibi Medea’nın ve kadınların nasıl ötekileştirildiğini görüyoruz. Ve bir kadın olarak birebir hayatımdan da yaşadığım için biliyorum. Zaman geçtikçe Medea’ya daha da yakın hissediyorum kendimi; onun anarşist ruhunu seviyorum. Kendime çok yakın bulduğum bir ruh bu. Diyebilirim ki, Medea’nın ruhu benim ruhuma çok yakın.
Yeşim Özsoy: Ben de Özgün’ün söylediği bu “ahlak” teriminin devamlı form değiştirdiğini düşünüyorum. Çünkü biz oyuna başlarken tamamıyla Medea, ahlak, kadın, anne ve aile ile toplumun kutsallaştırıp, direttiği rolleri reddeden bir kadın ve onun ahlakla tartışması üzerindendi ki bu tartışma benim çok hoşuma gidiyor. Didaktik değil, slogan atmıyor ve attığı yerlerden de iki diskuru gerçekten savaştırıyor. Bir yıl sonra geldiğimiz noktadan bugün metne bakarsak; şu anda seçim ahlakı, depremle birlikte o binaları, inşaatları yapan insanların ahlakı konuşuluyor. İlginç aslında! Olaylarla bizim ahlak terminolojimiz de değişiyor. Devamlı, yanardöner ve sürekli form değiştiren, Özgün’ün oynadığı ‘ahlak’ rolü gibi bir şey oluyor.
Peki, ‘ahlak’a ses veren bir oyuncu olarak siz kendinizdeki ahlak hemhalini nasıl tanımlarsınız?
Özgün Çoban: Benim düşüncelerim bu konuda her zaman netti: Ben “ahlaksız” bir insan olmayı seçtim! Hayatım boyunca benim ahlakım / ahlaksızlığım, toplumun bana dayattığı ahlaksal biçim çerçevesi ve perspektifinin dışında davranmak oldu. Ki hâlâ bunun marjinal bir şekilde aktivistliğini de yapıyorum. Oyun bazında geldiğim noktada da şöyle söyleyebilirim; ahlakçı dediğimiz insanların o cümleleri nereden kurduğunu anlayabilme ama savunamama durumuna, algılayışına geldim. En azından neden böylesi bir cümleyi kurduğunu biliyorum. Dolayısıyla onlarla daha iyi iletişim kurabiliyorum.
*Bugün ve tarihte ‘Medealar’ın derdi hiç bitmiyor. Düşününce bir tarafıyla da korkunç bir dejavu değil mi ‘kadın’ların isyanı yüzyıllardır değişmiyor. Sanki umut yok gibi! Sizce bugünün Medealar’ı kimler?
Şenay Gürler: Bugün dünyanın her yerinde kadınlar meydanlarda yaşadıklarını, dertlerini dile getiriyorlar. Hem de tüm benlikleriyle savaş veriyorlar sisteme ve ataerkil düzene. Ve ötekileştirilenlerin de en çok yanında olanlar yine kadınlar. Çünkü ötekileştirilmenin ne olduğunu yaşadıklarından biliyorlar. Kısaca, Medea’nın tarihinden günümüze bugün kadınlar çok yol kat etti. Direnmeye de devam ediyorlar.
Özgün Çoban: İşte tam da bu yüzden bu hikâye hâlâ geçerliğini koruyor ve hâlâ bunu konuşuyoruz. Bu bile umut var demektir.
Şenay Gürler: Umut olmazsa zaten hiçbir şey için mücadele edemeyiz. Gerçekten de İran’daki kız kardeşlerimizin başörtü yasalarına karşı verdiği mücadele ya da Polonya’daki kürtaja karşı direnen kız kardeşlerimizin direnci bize örnek oluyor. Dolayısıyla Medea’dan bu yana, biz kadınların ne kadar güçlü olduğunu bizzat yaşayarak da görüyoruz.
*Tesadüfe bakın ki M.Ö. Medea’sından bugüne bu ‘ahlak’ı konuşanlar ya da kuralları dikte edenler hep erkekler ve erk…
Yeşim Özsoy: Oyundaki ahlak terminolojisi bir anlamda sürekli değişiyor. Ama bence değişmeyense dini kitaplara da referans veriyor bir noktada, o da Medea’nın söylediği; “Benim kendi ahlakım var, sana ihtiyacım yok.” Düşününce aslında dinler de insanlara kendi uygulayamadığı ahlakı vermek zorunda kaldığı noktada ortada çıkıyor, tabii bir sürü başka şeyin dışında… Ben tarihi de çok çizgisel / değişmesi bir doğruyla gösterilebilen bir şey olarak görmüyorum. Geçmişte de böyleydi, hâlâ da öyle gibi! Tek tanrılı dinlerden evvel tanrıçalar olduğu zaman, anaerkil toplumlarda daha farklı bir şey vardı, yani oradan en eski, en kötü ve en ilkel ile bugün bir şey kuramazsın gibi geliyor bana. Çünkü her dönemin ve zamanın kendine has, farklı durumları, özneleri var… Latife Tekin’in bir sohbet sırasında söylediği şu cümlesini severim: Amazonlar savaşı kaybetti, ondan sonra biz de kaldık böyle…
Özgün Çoban: Ahlak deyince akla ne geliyorsa oyunda da bunun karşılığı var; toplumsal ahlak, bireysel ahlak… Zaman zaman yer değiştiriyor; bazen Medea’nın ahlakı bazen de toplumun ahlakı, kadının, adamın veya kocanın ahlakı… Tüm bunlar Medea’yı köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. İki çocuğunu öldüren bir kadın, yanında da ahlak var. Nedenini anlamadan bunu yargılamak için bekleyen bir sürü de insan var…
Şenay Gürler: Ahlak özünde aynı, sadece sistemle form değiştiriyor. Ama o sistemin dışında, insanın duyguları, vicdanı, cinsel kimliğinin ötesinde insan olarak ne olduğu konuşulmuyor. Ahlak özellikle günümüzde kadınların peşinde! Çünkü biz, ahlakı kadın bedeni üzerinden konuşuyoruz. Ama ahlak insanın vicdanıyla ilgili bir şey aynı zamanda… Hayattaki duruşu, algılayışı, vicdanı bütün bunlar benim ahlak anlayışımı teşkil ediyor.
Yeşim Özsoy: Bence bu oyunda Medea’nın söylediği, “Benim kendi ahlakım, sana ve kimsenin bunu diretmesine de ihtiyacım yok.” temel bir şeyden bahsediyor. İnsanın da aslında -iyi tarafından bakarsak- dışardan bir zapturaptı, kurala ya da kanuna ihtiyaç duymadan kendi sevgi yolunu ve iyiliğini, toleransını, kucaklayışını inşa ediyor olması lazım! İşte ve keşke olabilseydi de tüm bu yaşananlar gerçekleşmezdi, gerek de kalmazdı. O yüzden de toplum olarak hâlâ aynılık üzerinden devam ediyoruz… Ve ne yazık ki dünyada erk’e baktığımızda mevzuları geriden takip ediyorlar. Ama umutluyuz, yoksa niye oyun yapalım, neden Şenay “Medea”, Özgün de “ahlak”ı oynasın! Bu bakımdan da kadın mücadelesinde kat edilen çok yol var ve muazzam…
“Bana bu rolü biçtiniz ama reddediyorum”
“Öteki” demişken, burada sözü Avustralyalı feminist, felsefeci Elizabeth A. Grosz’a bırakalım isterim: “Kadın ya da dişil öge, Batı felsefesinin bastırılmış ‘öteki’si, aşmaya, hatta temsil etmeye cesaret edemediği sınırdır: Batı düşüncesinin popüler ya da felsefi birçok versiyonunda, beden bir düşman ya da en azından daha değerli ‘aşkın’ uğraşlardan kişiyi alıkoyan bir baştan çıkarıcı olarak görülür.” Medea’dan düşünürsek, hikâyesinde çocuklarını öldürmediği, tam tersi bu kadar erk’le derdi olan bir kadını / tanrıçayı ötekileştirmek amacıyla ‘çocuklarını öldürdü’ eylemi yazılmış…
Şenay Gürler: Evet, bir rivayete göre Medea’nın çocukları Yunanlılarca öldürülmüş. Anaerkil diyarlardan gelmiş Medea’nın gücü, ataerkil yönetimin ve toplumsal yapının hâkim olduğu Yunanistan’da tehlikeli bulunduğundan hikâyede Medea’nın çocuklarını öldürdüğü kısım Euripides’e para karşılığında sonradan yazdırılmış gibi durumlar da var okuduğumuz.
Yeşim Özsoy: Burada hep bir dram var, tiyatro var!
Şenay Gürler: Hikâye de buradan başlıyor ya zaten.
“Öteki” kavramının bizim gibi coğrafyalarda kökü ve dalları, budakları bitmiyor. Bizzat üşenmeden erk tarafından da itinayla dolduruluyor o da ayrı. Tıpkı Medea’nın gücünden korktuklarında onu cani, cadı, canavar olarak yaftaladıkları gibi, tarihte örnekleri çok. Sizce bu metin bize aşmak için nasıl bir anahtar veriyor? Ya da sınır, kadın, mülteci, anne ve öteki tanımları üzerinden Medea bugünden bakınca bize neler söylüyor?
Şenay Gürler: Kadın ve erkek olmanın dışında, bizim karakter ve insan olarak nasıl zaaflarımız olduğunu da gösteriyor tüm bu yaşanılanlar, yaşadıklarımız. Zaten bu zaafları aşabiliyorsan insan olabiliyorsun bence. Metinde de Medea diyor ya ‘ahlak’a; “Yüzyıllardır tekrar tekrar sen ne kadar haklı olduğunu kanıtlayasın diye ben yüzyıllardır çocuklarımı öldüren kadın rolünü üstlendim.”
Yeşim Özsoy: Büyük bir tartışma var burada. Biz bu oyunda ‘çocuklarını öldüren bir kadın’ı savunuyoruz. Bu noktadan argümanı geliştirmeye, ‘neden’liği üzerinden çekmeye çalışıyoruz. Ama salt gerçeğe baktığın zaman ‘ahlak’, o kadar güçlü argümanlarla geliyor ki, hatta belirli noktalarda Medea’yı alt da ediyor. Ama bizim geldiğimiz nokta çok kökten, sistemle ve o döngünün kırılmasıyla alakalı. Aksiyon ve an üzerinden değil, genelden bir durumla alakalı. O yüzden de zor… Bir yerde seyirciye bakarak konuştuğu şu cümle de önemli, “Senin çocukların da aynı akıbete uğrayabilir, aynı şanssızlığı yaşayabilirdi. Düşün, o zaman ne yapacaklardı?”
Şenay Gürler: Evet zor, birçok açıdan tartışabiliriz aslında, çünkü bir yandan da ‘ahlak’ın ne kadar ahlaklı olduğunu kanıtlaması üzerine yazılmış bir takım oyunlar var Medea’yla ilgili. Aslında böyle çıkıyor yola. Fakat Medea muhteşem bir mit karakteri olarak devam ediyor hikâyesine. Feministlerin çok önemli bir idolü haline dönüşüyor. Oradan bakınca Medea, “Ahlakı aklamak için yazılmış bir oyun ve ben bu rolü üstlenmek zorunda bırakıldım, bir kadın olarak bana bu rolü biçtiniz ama ben bunları da reddediyorum” diyor.
Özgün Çoban: Biz sahnelerken, Medea’yı bütün sıfatlarından arındırıp, sadece kadın kimliğiyle kaldığını savunuyoruz… Anne, mülteci, kardeş, eş sıfatlarından arındırıp kadın kimliğiyle var olan bir Medea bu!
“Farklı olan neden rahatsız ediyor?”
Amin Maalouf demiş ya; “Ortadoğu insanı, her şeye üzülen ama hiçbir şeyle ilgilenmeyen insanlar.” Biz de Ortadoğu’nun batısı, batının da doğusu bir coğrafya olarak galiba eyleme geçmeyip sadece söylenen insanlarız! Ki bu cümleyi son zamanlarda daha da derinden hissediyorum…
Özgün Çoban: Kendinden olmayana empati kurmayı pek beceremiyoruz galiba. Yani, “ben, şu değilsem, o zaman şu yoktur” diyerek yok sayıyor bir nevi! Hep bir sıfatlar ve başkalaştırma, ötekileştirme, bir tık ötesi de ‘ben bilmem’ deyip kenara çekilme, dolayısıyla o yaşanılan neyse ya da durumun kendisiyle bir özdeşlik veya empati kuramıyor… Tabii bu “empati kuramama” hali aslında bir nevi bilinçaltında kendini üstün görüyor olması da olabilir.
Yeşim Özsoy: Farklı olan neden rahatsız ediyor diye düşünmemiz lazım! Normun dışında olanı kabul edememe… Toplum kurallarında standart çoğunluğun ait olduğu, kabul gördüğü bir norm var, o normun dışında kalanları eleyip orada kümelenmek gibi bir durum var. Düşünüyorum şimdi; “farklı” beni ne ve niye rahatsız eder? Bulamıyorum. Her türlü farklı dediğimiz şey zenginlik düşündüğün zaman. Oyunda Medea’nın cümlesi; “Hem kadınım hem mülteciyim hem de bütün toplumsal normları yıktım. Ben toplumun tamamıyla dışındayım” diyor. Ve o noktadan da kendini var etmeye çalışıyor.
Şenay Gürler: Her şeyden önemlisi insan olduğumuzu unutup ırklar, cinsiyetler üzerinden düşünüyoruz. Halbuki hepimiz insanız. Aslında var olan düzeni, sistemi en sade ve kendilerine göre bir arada tutabilecekleri kurallar nelerse o doğrultuda insanları bir araya topluyorlar. Mesela düşünelim, biz önce ailede, sonra da okullarda bugünkü sisteme hizmet şeklinde büyütülüp eğitim görüyoruz. Ve daha başından sisteme hazırlanan bireyler oluyoruz!
Özgün Çoban: “Ne ve neden rahatsız eder?” kısmında mesela beni, LGBT-İ karşı yürüyüş yapan güruh rahatsız eder. Çünkü bu bir nefret suçu! Nefret suçunu yaymaya çalışıyorsa, ortada ırkçılık varsa bunu kabul edemezsin. Biri varoluş ki var oluşunu ortaya koyuyor, diğeri bundan nefret ediyor. Bilinçaltında belki de farklı olan onun için tehlike arz ediyor.
*Oyundan bir replik, şimdi kelamımızla da aklınıza ilk gelen?
Şenay Gürler: Medea’nın şu cümlesi, “Benim yaptığım şey uygarlığın son sınırıdır ahlakı reddettim.”
Yeşim Özsoy: Bu sınır kelimesi de çok ilginç. Medea, anneler ve çocuklar için, “toplumun sınırlarında tarif edilirler” diyor.
Tesadüf bu ya Medea ve ahlak ile aynı masalarda muhabbete düşmüşsünüz, hikâyesini / geçmişini de bir şekilde biliyorsunuz; iki karaktere bir cümle söylemek isteseniz, bu ne olurdu?
Özgün Çoban: Medea’ya, “Yürü kızım, devam et!”, ‘ahlak’a da “Sus artık!” derdim.
Şenay Gürler: Medea’ya, “Devam et, yanındayım!”, ‘ahlak’a da “Bi kendine gel, etrafına bak, şu kalıbın dışından bakmayı dene! Ve Medea olmasa senin bu dramda yerin olmaz!” derdim.
Yeşim Özsoy: Medea’ya, “Daha güçlü ol, daha güçlü olman lazım”, ‘ahlak’a da “Bazı noktalarda haklısın ama aslında yok olman lazım ve yok olman hepimiz için daha iyi… Ki aslında sen yoksun!” derdim.
Bir yıldır Medea hikâyesi özneniz olurken, fonda neler vardı?
Özgün Çoban: Fonda hep toplum vardı, sürekli değişen bir ahlak anlayışı ve kavramı vardı. Sürekli başka tanımlanan bir ahlak kavramı…
Şenay Gürler: Fonda, kendi bireysel hayatımdan yola çıkarak Medea’nın bana söylediği çok şey var; bu hayatta Medea’yı ve Medea’nın isyankârlığını örnek al!
Yeşim Özsoy: Medea’nın doğudan Gürcistan gelmiş olması, artı bir de tanrıça kökenlere sahip, büyüler yapan, rasyonel ve toplumsal tıbbın dışında olup, kendine ait çok yüksek güçleri ve algısı olan özel bir kadından bahsediyoruz. Oyunda bu kavramların üzerine gittik. Hatta metinde diyor ki, “Sen kendini tanrılarla koşul tutamazsın sadece çocuk doğurdun diye onları öldürme gücüne sahip olamazsın!” Tanrıça tarafı da çok önemli, ‘Tanrı canı verir ve alır’ gibi bir tanım üzerinden bu soruyu soruyor. Medea’nın güçlü bir kadın karakter kimliğinin temeli olan Hekate ve Hekate’nin köpeklerle (epitheti ile doğumun yardımcısı ana tanrıça rolünden kaynaklanmakta, aya doğru uluyan köpeklerin karanlık ayın tanrıçası Hekate’ye eşlik ettiği) ilişkisini de referans aldık. O sebeple de oyunun sonunda küçücük bedenli Medea, iri cüsseli ‘ahlak’ı alt edip ayağının altına alıyor ve eline de tasmasını…
Son zamanlarda, sabah uyandığınızda size iyi gelen neler var; kitap, müzik, albüm, sergi veyahut bir an, paylaşırsanız biz de nasiplenelim isterim…
Şenay Gürler: Eğer önceki gece oyunum varsa ve oyun iyi tepkiler aldıysa, sabah yataktan keyifle kalkar ve keyifli bir kahvaltı yaparım. Haftada üç gün spor yapıyorum o da sabahları ve aç karnına. Bu da yataktan koşarak çıkmama neden olur. Ve tabii kahve içip müzik dinlenen sabahları da ekleyeyim. Ve sığındığım kitaplar. Şu ara Ursula K Le Guin’in gözden kaçırdığım bir kitabını okuyorum: (Ayrıntı Yayınları, Çiğdem Erkal İpek çevirisi) “Güçler”, ayrıca Ayça Güçlüten’in (İthaki Yayınları) “Gönül Tufan” ve Suat Derviş’in (İthaki Yayınları) “Anılar Paramparça” kitapları… Ve Almadovar filmlerini tekrar tekrar izlemeyi severim. Son dönem için ise (Martin McDonagh’ın yönettiği) “The Banshees of İnisherin” filmini çok beğendim.
Özgün Çoban: Sabahları uyanır uyanmaz meditasyon yapıyorum, dünyaya hazırlıyorum kendimi. Uyanır uyanmaz sosyal medyaya bakmak yerine önce zihnimi güne hazırlıyorum. Bir süreliğine erteledim kendi zevk aldığım şeyleri, enerjimi daha çok “bu ülkenin daha yaşanabilir bir yer olması için ne yapabilirim?” düşüncesine harcıyorum.
Yeşim Özsoy: Haruki Murakimi’nin (Doğan Kitap, Hüseyin Can Erkin çevirisi) “IQ84” ve Sally Rooney’in (Can Yayınları, Emrah Serdan çevirisi) “Güzel Dünya, Neredesin?” adlı kitaplarını storytel’den dinledim. Latife Tekin’in (Can Yayınları) “Unutma Bahçesi”ni okumak çok anlamlı oldu bu sıra. İBB’nin Metrohan’da alan açtığı Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği’nin sergisi, Beyoğlu ile ilgili umutlarımı yeniden yeşertti; mekân kullanımı ve çağdaş sanatçı kadınların olması sebebiyle. Storytel’de geçmişte okumayıp arayı kapatmak için çokça kullandığım bir mecra oldu son dönemde, özellikle başka işlerle uğraşırken kitap dinlemek büyük keyif.