Tomris Uyar’ın, Ilgın Sönmez’in sorularını yanıtladığı, 2002 tarihli söyleşiyi yeniden yayınlıyoruz:
Rock tarihi ve Rolling Stones için Marianne Faithfull neyse, Türk edebiyatı ve İkinci Yeni için de Tomris Uyar o demek! Uyar ile son kitabı “Güzel Yazı Defteri” ve Turgut Uyar’ın şiirlerinin toplandığı “Büyük Saat” vesilesiyle bir araya gelip, çok daha fazlasını konuştuk.
Kırk küsur yıldır kısa öyküye sadık kalmış bir yazarsınız. Başka bir türe kaymayacak kadar sizi ele geçirmesinin sebebi nedir?
Kısa öyküyü dünyayı anlatma, görme biçimime en uygun dal olarak görüyorum. Roman böyle değil. Romanla öykü arasında hiçbir bağ olduğunu da sanmıyorum. Öykü yazarken çok daha yoğun, daha çarpıcı, kısa, yani öz bir anlatma yolunu seçiyorsunuz. Sayfalara boğulmuş bir anlatım biçiminden çok daha güç. Bu niteliklerden ötürü çağımıza daha uygun bir sanat olduğunu düşünüyorum.
Anlatacağını en kısa biçimiyle ifade edebilmek için çok güçlü bir disipline girmiş olmak lazım.
Bol bol öykü okumak gerek. Çehov, Poe kim varsa atlanmamalı. Tabii bir de yazarın kendi özel dili öyküye yatkın mı? Oturup başınıza gelen bir şeyi anlatmak değildir öykü. Öyküleşebilmesi için titizlikle dramatik olarak kurgulanmış olması gerekir. Hayatta gördüğünüz şeyi, edebiyatla bir kere daha gerçekleştirmeniz lazım.
Parlak bulduğunuz, kendi matematiğini kurduğunu düşündüğünüz genç öykücüler kimler?
Beni düşündüren çok farklı isim var. Sözgelimi Murat Gülsoy gerçekten ilginç bir öykücü. Ancak bir yerde tıkanabilir çünkü metinden yola çıkan metinler yazıyor. Bir süre sonra yaratıcılığı sekteye uğratabilecek bir tercih. Sema Kaygusuz’un dilini bazen şiirsel biçimde kullandığını görüyorum. Mehmet Günsür, iyi gibi gözüküyor ama dağınık. Öykücülüğünün omurgası yok daha. Bir de Behçet Çelik diye yeni bir yazar var. Klasik öyküler yazıyor. Klasik yapının içine sıkışıp kalmazsa onun da ileride iyi bir öykücü olacağını düşünüyorum. Yalnız bütün bu saydığım kişiler şu anda çok iyi öykücü diyeceğim kişiler değil. Sadece kötü öykücü demeyeceğim kişiler ki bu çok önemli.
Yetmiş civarında kitap çevirdiniz. Bir dili bilmek ve o dili başka bir dile çevirebilmek arasındaki fark ne?
Bir kere ana dilini bilmek lazım. Bir çevirmen yabancı dili ne kadar iyi bilirse bilsin, kendi diline hakim değilse başka bir dili ne kadar kavrayabildiği tartışılır! Kendi ana dilinin inceliklerini, kıvrak noktalarını, nerelere götürülebileceğini bilmiyorsa iyi bir çevirmen olamaz.
En çok hangi türü çevirirken kendinizi rahat hissediyorsunuz?
En çok kendimi rahatsız hissetiren metinlerde rahat ediyorum desem daha doğru olur aslında. Mesela Virginia Woolf çevirirken kendimden geçiyorum. Virginia Woolf’un kendisinden çok onu çevirmeyi seviyorum. Bir çeşit meydan okuma getiriyor. Türkçe’de neleri bildiğimi, neleri bilmediğimi, neleri çok araştırmam gerektiğini hatırlatıyor bana. Türkçem yıkanıyor. Durulaşıyor. Yıllardır birikmiş paslı noktalar varsa onlar arınıyor.
Yönteminiz nedir?
Çevirdiğim yazarın fotoğrafı yoksa eğer dostlarının kimler olduğu, nerelere girip çıktığı, nasıl semtleri sevdiği, öğrenmek isterim. Bu özellikler yazarı Türkçede yerleştireceğim yeri gösterir bana. Takım elbise giyenle blue jean giyen arasındaki dil farkı epey olmalı. Ama tabii asıl yol gösterici, yapıtın kendisidir.
Katı bir yazar mısınız? Çalışırken etrafınızdaki insanları uzaklaştırıp kırıyor musunuz?
Hayat her zaman son sözü söyler benim için. Bir çocuğun ağlaması ya da ona bağırmak bir şaheser (!) yaratmaktan daha önemli olabiliyor. Hayatın akışı içinde hiçbir zaman ayrı bir odam olmadığı için, kalabalık içinde yazmaya alıştım. Dışarıda olup biten beni pek fazla ilgilendirmez.
Bu kırk yıllık temponun verdiği zararlar oldu mu?
Tabii. Karaciğerim. Somut biçimde isyan etti. İçki de içtiğim için, birinden birini bırak, dedi. Yazmayı bırakamadığım için içkiyi bıraktım.
Yazarlık mı, yazı mı?
Yazı. Yazmak daha önemli. Diğeri şimdilerde gördüğüm bir şey. Yazar olmayı sevmek diye bir şey çıktı. Kartvizit gibi… Okurdan, çalıştığınız yayınevinden ve sanat dergilerinden umduğunuz tek şey kendinizi çalışarak getirdiğiniz noktanın iyi saptanmasıdır.
Para roman tartışmasını takip ettiniz mi?
Doğal olduğunu düşünüyorum. Sade Türkiye’de değil birçok toplumda öyle. Gerçek edebiyat okuru sayısı azaldı. Best seller yazmak istesem yazarım, zor bir şey değil best seller yazmak. Ama derdiniz iyi bir edebiyat yapmaksa okurun beğenip beğenmemesi sizi çok fazla ilgilendirmez. Bir iki okurun önemi vardır. O yüzden ben best seller’a karşıyım çünkü best seller’ı çok büyük bir kesim beğenir. Herkesi altına alan, bütün eğilimleri kapsayan bir şemsiye nasıl olamazsa, bütün eğilimlere cevap veren bir roman da olamaz. Olmamalıdır da. Sizi sevmeyenler, size karşı olanlar da sizi belirler. Best seller yazanın böyle bir derdi yok. O, sevenlerle, alanlarla mutlu olandır. Kim bana karşıyı merak etmeyendir. Yine de için için merak ediyordur, çünkü dedikodusunu yapıyordur. Beni şu yüzden, bu yüzden sevmiyorlar diye.
Sadece edebiyattan kazandığınız parayla yaşayabildiniz mi?
Hayır. Büyükbabamın Tarabya’daki eviyle yaşadım. Bölük pörçük satıldı, iki kata düştü, sonra onlar da satıldı. Oradan payıma düşen parayı bankaya koydum, onunla geçindim. Tabii ki birkaç kere baskı yapan kitaplarım oldu, yazılar yazdım… Ancak ne kadarını onlar karşılıyor bilemiyorum.
Peki sosyal güvenceniz var mı?
Hayır, yok. Turgut Uyar’ın Emekli Sandığı’ndan bir sağlık karnesi var. Dolayısıyla eş durumundan benim de var ama şimdiye kadar hiç kullanmadım.
Pek çok edebiyatçı dostunuzu derinden etkilediniz.
Kendime bir ilham periliği vehmedecek kadar komik bir insan değilim tabii. Kendimi de o kadar beğenmem. Yalnız şöyle bir şey var: Düşünen ve sorgulayan bir insanım. Bu sözünü ettiğiniz kişiler de kendi yaptığı işleri sorgulayan, düşünen, tartışmayı seven kişilerdi. Herhalde asıl çekici yanım buydu benim. Tartışırdım. Bir de çok açık sözlü olmam etkili olmuştur sanıyorum. Konuyu anlamam ve disiplinli olmam.
İlişkilerimde hep kendime bir dokunulmazlık alanı bulmuşumdur. Bu da hakikaten sevilmem, değerlendirilmemle birlikte, çok tartışmalara neden olmuş bir özelliğimdir. Başkasına verdiğim özgürlüğün, yaratma, tek başına düşünme, yalnız kalma özgürlüğünün bana da verilmesini isterim.
Turgut Uyar ile kaç yıl evli kaldınız? Nasıl biriydi? Gözleri çok güzel bakıyor.
1967’de evlendik, kaç oluyor? 18 sene! Çok yakışıklı, çok zeki, çok duyarlı bir insandı. Belki bana göre aşırı ciddiydi. Tipik edebiyatçı özelliği taşıyan, kendi içine kapalı, dışarısıyla fazla alışverişi olmayan, şiiriyle mutlu biriydi. Ben öyle değilim. Denizi de severim, dolaşmayı da… Daha canlı, daha hareketli olmayı isterim. Belki bu bakımdan pek uyuşmuyoruz.
Âşık olmuş muydunuz Turgut Uyar’a?
Âşık olmadan hiç kimseyle birlikte olmadım.
Sizin için yazılmış şiirleri okuduğunuzda ne hissetmiştiniz? Şimdi nasıl geliyor?
Aynı. Benim için yazılmaları önemli değil. İyi şiir mi diye bakarım. Yazık ki böyle bir özelliğim var benim. Güzel şiirler. Bazıları daha iyi olabilirdi benim adım olmasa. Ben bana bir şey yazılmasını, ithaf edilmesini sevmem. Ama güzel bir şiirse hoşnut olurum. Beni anlatan değil de, benim inandığım şeylere yer veren bir şiirse çok severim.
Siz, Turgut Uyar ve Edip Cansever yakın arkadaş mıydınız?
Öyleydik. Son derece iyi bir dostumuzdu. İyice bakılsa Edip’ten daha çok esinlendiğim görülür. Turgut’un şiiri bana edebiyat olarak pek bir şey vermez. Edebiyat açısından Edip İle aramızda daha büyük bir alışveriş var.
YKY’nin Turgut Uyar şiirlerini “Büyük Saat” adıyla toplamasını vesile ederek soracak olursak, nasıl bir şiir Turgut Uyar’ın şiiri?
Turgut Uyar’ın şiir girişimini Türkiye’de yapılmış en önemli girişimlerden biri sayıyorum. Şairane şiir yazmaya karşı olup başka bir şairanelik, başka bir şiirsellik keşfetmesine hep hayranlık duymuşumdur. Büyük bir çaba olarak görüyorum. Yerini bulup bulmadığından emin değilim ama çok taklidi var. Onu görüyorum. Hatta taklit bile değil, çok bilinçli bir davranış şekli. Tavlayıcı şiir yazmaya son derece karşıydı. Şiirle savaşan, şiiri savaş malzemesi haline getiren bir şiir görüşünü, dünya görüşü içinde halletmeye çalışan bir şairdi.
Şiirlerini evre evre değerlendirebiliyor musunuz?
Zannediyorum “Dünyanın En Güzel Arabistanı” şiirinden öncesi ile sonrası diye ikiye ayrılabiliyor Turgut Uyar şiirleri. Orada ne olmuş da birdenbire bu şiiri yazmış kendi dahil kimse bilmiyor. Öncesinde daha boynu bükük, daha Anadolulu, toprak insanı, asker olarak yaşadığı şeyler var şiirinde. Bir şey oluyor birdenbire ve son derece çağdaş şiirler yazmaya başlıyor. Yabancı dil de bilmiyor ki esinleniyor diyelim. Türkçede bunu keşfetmek o kadar zor ki! Herhalde içgüdüsel. Çünkü Tevrat’a falan benzeyen bir anlatım da var. Sonraları Sevim Burak’ta da görülüyor bu. Türk hikâyesini en çok etkileyen anlatımlardan birisi, Türk şiirinin İkinci Yeni’si. Ayrıca sonraları öykü de şiiri çok etkilemiştir. Orada büyük bir alışveriş var.
Son röportajlarından birinde kendi seçtikleri dışında hiçbir şiirinin yayımlanmasını istemediğini, el yazmalarını saklamadığını söylemiş Turgut Uyar. Oysa YKY’den çıkan kitapta ilk kez yayımlanan şiirler var.
Öyle yalnış ki. “Büyük Saat”tekiler sadece Turgut’un seçmediği şiirler. Daha önce yayımlandılar. Çift daktilo sayfasına yazmadığı, yani kopyası olmayan şiirlerin hepsini attım ben. Beğendiklerimi bile attım. Çünkü beni ilgilendirmiyor. Çift kopya görürsem atmayabilirim. Düşünürüm. Çünkü o bir yere verilmek üzere yazılmıştır. Öyle de pek bir şey çıkmadı ya! Var bir iki şiir ama bende onlar. Aramızda eğlenmek için yazdığımız şeyler, verir miyim hiç?
Siz “Büyük Saat”le ilgilendiniz mi?
İlgilenemezdim çünkü kitabın editörü hem benim hem Turgut’un çok sevdiği Bedirhan Toprak’tı. Hatta Bedirhan, “Ben Turgut Abi’nin seçtiklerini koymaktan yanayım ama Enis Batur yayımlanmış bütün şiirleri koy diyor,” dedi. Turgut seçmezdi aslında. Ya sıkılmıştır o şiirden, ya kitap daha kısa olsun diye çıkarmıştır, ya bir yerine takılmıştır da ondan… Yazdığına pişman olduğu için değil. Yani o şiirlerin olmaması bir şey eksiltmez ya da kazandırmaz.
YKY’den çıkan “Güzel Yazı Defteri” sizin öykücülüğünüzde nasıl bir noktayı temsil ediyor?
Aslında bütün öykücülüğümün özelliklerini taşıyan bir kitap, o yüzden çok uğraştım. Bir kere ilk kez bu kadar çok kişili ve uzun bir öykü yazıyorum. Kişiler, yaşamlar, karşılaşmalar ve patlayan bir şey var. Bir anlamda Türkiye’nin son on, hatta yirmi yılda geldiği nokta… Benim bütün öykülerimde bir toplumsal fon vardı. Burada çok belirgin. Kişilerin didişmelerinde, değer yargılarının değişmesinde… Bir zamanlar idealist olan bir insanın artık para kazanmak dışında bir idealinin kalmamış olması gibi. Sonra aşk ilişkilerinin neden yürümediği üzerine akıl yürütmeler, dostluk ilişkileri var. Kendi kendime ve öykülerimde sorduğum soruları bir araya getirmiş oldum.
Neden farklı bir baskı, farklı puntolar, fontlar, fotoğraflar?
Farklı punto önemli değil benim için. Çünkü böyle bir imkân olmasa da italikleri yine kullanırdım. Çünkü onlar yazarın formasyonunu gösteren bir şey. Ayrı okunmaları da mümkün. Ama resimlerin çok şey kattığına inanıyorum. Yazdığımı çok iyi değerlendiren bir fotoğrafçı ressam arkadaştır Ali Arif Ersen. Hem ben severim resimli anlatımları.
Can Yayınları baskıları böyle farklı çalışılmış kitaplar için uygun değil.
Gerçekten Can’da bu olanaklar pek yoktu. Dediğim gibi bazı kitapları farklı formda görmeyi seviyorum. Bir de orada bana göre çok genç yazarlar yer alıyordu. iki yayınevi arasında maddi bir fark hiç yok. Kitabın sunumu farklı. Yalnız YKY ile her yıla üç kitap olmak üzere uzun süreli bir anlaşmaya girmem bazen beni düşündürüyor. İlle olumsuz anlamda düşündürüyor demek değil bu. Sadece yazı beklemenin tanıtım için yeterli olmadığı bir devri yaşıyoruz. Biri çok istiyordur da vakti yoktur yazmaya. İlanlı tanıtımı eksik buluyorum. Yayınevi bünyesine geçirmek için olan istekle kitap çıktıktan sonraki isteği orantılı bulmuyorum. O zaman da şöyle bir soru geliyor tabii akla: Acaba edebiyata yıllarını vermiş bir takım isimlerin yayın hakkına sahip olmak mı sorun? O zaman ben bunun edebiyat sevgisiyle olan doğrudan bağlantısını kuramam.
Ne yazıyorsunuz?
Octavio Paz çevirmiştim, henüz yayımlanmadı. Yine bir çeviri yapasım var. Ama belki de korku türü bir hikâye yazarım. Daha önce masallarımda denediğim gibi.
Ilgın Sönmez – Milliyet (21 Mart 2012)
Not: Ilgın Sönmez’in Tomris Uyar’la yaptığı söyleşi, 24 Haziran 2002’de Milliyet’te yayımlandı.